Genel Yayın Yönetmeni : MAKSUT KOTO Editör : ENSAR SARGIN

ŞİİR ÜZERİNE TOPLU SÖYLEŞİ

''Ey şiir, hayatına al beni söyleşelim.'' ŞİİR DALI E-DERGİ 





Maksut KOTO: Günümüz Türk şiirinin en büyük sorunu ya da sorunları nelerdir?





Özkan MERT: Türk Şiiri, ülkemizde yaşanan kültürel ve politik yıkıntı ve kokuşmanın içinde biçimlendirilmeye çalışılıyor. Özgürce düşünce üretimi değişik yollarca  engellendiği için yaratıcı olamamaktadır. Günümüzde onurlu, sağlam, saygın ‘ şair duruşu’ kalmamıştır. Türk şiirinin en büyük sorunu değersizleştirilmesi ve şiir işportacılarının eline geçmesidir. Kötü şiir, bozuk düzenin istediği psikolojik atmosferi yaratmıştır. Şiirimiz ‘dibe vurmuştur’, ne kadar dibe vurursa o kadar iyidir. Ama anlaşılan tek bir dip yok, dibin de dipleri var.

Haydar ERGÜLEN: Bu çok geniş araştırma isteyen bir soru. Belki şöyle denebilir: Şiir hem bu gittikçe hızlanan dünyada insana ve topluma yavaşlığı öneren hem de her şeyden ve herkesten önce orada, orası neresiyse artık, diyelim ki İthaki, diyelim ki ütopya, diyelim ki güncel bir sorun, olması gereken bir yapı. Yani hem paradoks var burada hem de zıtların birliği, yani şiirin diyalektiği var. Bunu bildiğiniz gibi 50 yıl önce sezen Turgut Uyar’ın söylediğini unutmayalım: ‘Şiir çıkmazda, çünkü insan çıkmazda.’ 50 yıldır o ‘çıkmaz’dan çıkacak, çıkaracak bir gelişme de ufukta görünmediğine göre, çıkmaz gittikçe derinleşip büyüdüğüne göre, şiirin direnmesi bence büyük bir cesaret bile sayılabilir, sayılmalı. Ezcümle, her zaman olduğu gibi: Şiir sorunu yok, şair sorunu var!

Zeynep ALİYE: Sorunların iç içelik taşıdığını düşünüyorum. Tekno kapitalizmin sanal ortamlarda insana sunduğu zengin görsellik; devinim, renklilik, enerji, heyecan, şaşırtıcılık vb. faktörler, okuru basılı kağıttan uzaklaştırdı.  Yayınevlerinin şiir kitabı basmadığı, kitapevlerinin üç beş imza dışında hiçbir şairi raflarına koymadığı - çünkü okurun şiire burun kıvırdığı- bir süreç geldi dayandı. Sağlıklı bir yayın dünyası olmayınca şairler kitaplarını yayımlatmakta büyük bir sorun yaşamaya başladılar. İnternet ortamını dolduran basit, sığ, aforizma kokan şiirleri, estetik duyarlığı pek gelişmemiş okurlar şiir örneği olarak algılar oldu. Bu kirli ortamda şiirini yayımlatamama, okurunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelen genç şairlerse özgün bir şiir anlayışından uzaklaştılar.  Sonuç olarak kötü ürün iyi ürünü piyasadan kovdu. En ufak çisentide ya da rüzgarda cilası akıp gidecek şiirler şu anda dolanımda.
 
Hüseyin YURTTAŞ: Türk şiirinin önemli sorunlarından birinin öze, diğerinin biçime yönelik olduğunu düşünüyorum. Şiir, özden yoksun bir hâle getirilerek, kimselere bir şey söylemeyen, sanatsal bezeklerle dolu söz öbeklerine dönüştürüldü. Bu, onu işlevsizleştirdi. O nedenle de önemsizleştirdi.  Aslında biçime yönelik eleştirim de az önceki yanıtımın içinde saklı. Şiir, sözcük oyunlarıyla, belli bir öbeğin kendi iç mesajlaşmalarıymış, bu mesajlaşmanın metinleriymiş gibi özel bir dilsel yapıya kilitlendi. Sözcüklerle oynamak bazılarının hoşuna gidebilir, her şairin bir oranda bunu yapması da gerekebilir; ancak, şiir oyuna indirgenebilecek bir şey değildir.  Tabii ki bu söylediklerimin “genel tutum, genel seçim” bağlamında geçerli.

Nihat BEHRAM: Şiir yazanların, şairim diye dolaşanların, özellikle de genç kuşakların çok az şiir okuyup çok az şiir çalışması sorunun başında gelir. Büyük çoğunluk bu işin “kaba yetenek ve duyguyla” oluvereceğini sanıyor. Ne geleneksel halk şiirimizden haberleri var, ne çağdaş şiirimizden ne de dünya şiirinden. Bilgileri kulaktan dolma ya da son derece yüzeysel. Sözgelimi, bu coğrafyada sevda şiiri yazmak isteyeceksin ve Karacaoğlan’ı yüz kere okumamış olacaksın. Anlaşılır değil. Çölü aç ve susuz geçmeye kalkışmak gibi... Bir de işin en tuhafı, en cahil olanlar aynı zamanda en ukala olanlar... Bana sürekli dosya yolluyorlar. “Şunu şunu okudun mu?” diye soruyorum. En önemli şairlerden bihaber olduklarını görüyorum. “Okudum.” diyene bu kez: “Ne anladın?” diye soruyorum. Anladıkları bir şey yok. Onlar bana tersleniyor. Ahmed Arif’e bir ziyaretimde, bana Dadaloğlu’nun bir şiirinden söz edip ne anladığımı sormuştu. Şiiri anımsayamadığım için kıpkırmızı kesilmiş, aylarca döne dura Dadaloğlu okumuştum. Yeni kuşaklarda bu duygu eksik... İkinci sorun internet... Her şeye internetten kavuşmaya, her şeyi ordan kolayca öğrenmeye çalışıyorlar. Çoğu genç, yazdığı şiirde adlarını kullandığı bitkileri bile doğadan tanımıyor. İnternet bilgisi... Onun için de şiirleri toprakta değil de vazoda gibi... Yani kökü yok. Vazo bir tür serum şişesidir. Yani serumla yaşıyorlar. Şiirin kökü hayatta olmalı. Her anlamda... Buna politik yaşam da dâhil...

İlker İŞGÖREN: Günümüzü geçmiş ile kıyasladığımızda sorunlar gün gibi ortaya çıkıyor zaten. Çok değil 1950’li yılların ikinci yarısına bakacak olursak, bazı değerlerin sırf iktidar egoizmi için nasıl revizyona uğratıldığını görebiliriz. Artık günümüzde ideolojik görüşlerin savunucuları neredeyse kalmadı diyebiliriz. Yazdıklarıyla, yaşadıkları birbirini tutmayan yığınlar topluluğumuz bile var. Yazdıkları ile yaşadıkları arasında uçurum olan bir bireyin hayata karşı bir duruşu olamaz. Bu pencereden bakıldığında bu türlerin ahlaki değerleri de olamaz. Demem o ki bu üç ana değeri kendisine kat(a)mayan bir camianın içinde yaşlanıyoruz.

1950’li yıllara dönüp bakmamız gerektiğini söyledim. Buradaki amacım şu; öncelikle elbette bu yılların daha da gerisine dönebiliriz ama 1950’liler çok uzak durmadığı için buradan seçiyorum örneğimi. Cahit Zarifoğlu’nun Kahramanmaraş Lisesinde yediği içtiği ayrı gitmeyen “İşaret Çocukları”yla başka bir deyişle “7 güzel insanıyla yaptığı Edebiyat tartışmalarındaki içtenlik ve anlayışı günümüz de bir genç şiir işçisi olarak ben de tatmak isterdim. İçtenlikten uzak şair topluluklarının şiir gibi insani bir eylem için uğraşmaları çok tezat görünüyor bana. Ve bana göre en büyük sorunlarımızdan biri şairim diye ortada dolaşan insanlarımızın çoğunun okumadan yoksun oluşları. Çoğu Türk şiirini kendinden başlatmış gibi. Aşağıdaki soruları cevaplarken de belirteceğim. Bizim bir şiir geleneğimiz var modern şiir tek başına oluşturulan bir kavram değildir. Modern şiirin temelinde gelenek yatar. Peki nedir gelenek? Halk Edebiyatından tutun da günümüze kadar gelinen şiir birikiminin şairin eleğinden geçirilip yazdığı şiirin ortak adıdır. Şiir için mücadele etmiş her şairin kendi çizgisini buluna kadar hangi süreçlerden geçtiğini çok ama çok iyi bilmeli bir şair.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Günümüz şiirinin en büyük sorunu : Şu, şiir enflasyonunu nasıl durdurabiliriz, olmalı … İnanın, yatıp kalkıp bunu düşünüyorum. Önüne gelen, daha şiirle manzumeyi ayırt edemeyen insanlar şiir yazmaya kalkışıyorlar. Hayrettir, bunları basan dergiler de var, ne yazık ki! O dergileri yayımlayanların bir kaçı hariç, çoğunun da şiiri bilmediklerini sanmıyorum. Bilseler, bu hataya kolay kolay düşmezler, diye kendimi avutmaya çalışıyorum. Vaktiyle rahmetli Can Yücel bu konuda güzel bir saptamada bulunmuştu, anımsayabildiğim kadarıyla : “Genç şairlerin toplumsal duyarlılığı konusunda ne düşündüğü “ sorulduğunda şu yanıtı vermişti : “Genç şairlerde bir duyarlık var ama bence bu basit ve daha çok kendi halinde tecelli eden bir duyarlık. Ben buna öz acıma diyorum. Öz acıma ki şiirin nefesini tıkıyor ve şairini de tıknefes yapıyor” demişti. Sanılıyor ki, gençlerin bu duyarlılıkla sarıldığı şiir, kendi belleğinden çıkmadır. Oysa, var olan  bir haberin ya da olayın, kötü yorumlanmasından başka bir şey değildir, ortaya çıkan. Belirsiz olan bir şeyin de şiir olması, beklenebilir mi ? Bunun yanı sıra, okullarda hâlâ doğru dürüst şiir öğretilmiyor. Çünkü öğretmenlerin kendileri şiir okumuyor, okusalar, kuşkusuz, çocuklara da gerçek şiiri öğretirler.




Eray CANBERK: Bence duruma iki ayrı açıdan bakmak gerekiyor. Görüldüğü kadarıyla şiir eskisi kadar ilgi çekmiyor. Yalnızca  bizde değil, genel olarak bütün dünyada. Bunun nedenleri üzerinde duruluyor, tartışmalar yapılıyor, fikirler ileri sürülüyor. Bu da ayrı bir konu. Şiirimizin ya da şiirin şiircesel (poetik) açıdan sorunu var mı? Şiirce (poetika) konusunda, bütün sanat dallarında olduğu gibi, her zaman yeni yorumlar, düşünceler, anlayışlar ortaya çıkacaktır. Bu da doğal bir durum… İlle de bir sorundan söz edilecekse şiir okurunun az olması, şiir kitaplarının az satması sorun olarak görülebilir.

Sennur SEZER: Şiiri daha doğrusu şairleri okura tanıtacak, şiir kitaplarını pazarlayacak bir ortam olmaması. Sanal pazarlamadan daha sıcak bir ortam, gerçek festivaller, belki şiir kahveleri. Biraz da şiir magazin...

Oğuz TÜMBAŞ: İnsan sorunluysa, toplumda sorunsallık varsa, kuşkusuz birey olan şairin de sorunları olacaktır. Yaşadığımız ülkede sık sık gündem değiştirilip sorunlar çoğaltılıyorsa, sistem sorunlar üretiyorsa, şair de bu sorunlara şiir bağlamında çıkış yolları arayacak, araştıracak, şiirini doğru çizgide üretecek, engelleri ve sorunları aşmaya çalışacaktır. Kendini değil, şiirini öne çıkarma savaşımı verecektir. 
       
Şair sisteme dayatandır; eleştiren, sevgisi ile çözüme katılandır. Sistemle hesaplaşandır. Bu yüzden başına gelmedik kalmamıştır. Şiir insanı ayağına beklemez; şiir insanın ayağına gider. İnsanla buluşur. Özlenen, beklenen, aslolan da budur.
       
Şairin ereği, amacı, doğrultusu gerçekçilikten, namuslu olandan, evrensel değerlerden, insandan yana olmaktır. Tarafsızlık adı altında edilgen duruma getirilmek istenmesi, bir burjuva oyunudur, küreselleşen kapitalizmin tezgahladığı senaryodur.

Günümüz Türk şiirinin en önemli sorunlarından biri yetkin şiir eleştirmeni eksikliğidir. Özellikle genç şairlerinin ufkunu genişletmesi, ışıklandırması, yönlendirmesi açısından bu eksikliğin her geçen zaman daha çok duyumsanmaktadır.
       
İmge elbette şiirin olmazsa olmazlarından... Ancak şiirde salt farklı olmak adına gülünç şeylerin yapılması da şiirimize yarar değil zarar vermektedir. Şiirin bütünüyle uyuşmayan, iğreti duran bir yığın anlamsız benzetmelerin kullanılması şairi özgün kılmaz. Bir takım sözcükleri yan yana getirip onları imge olarak adlandırmak, o "imge"lerden (!) dizeler oluşturup şiir görünümde sunmak zanaat olarak bile adlandırılamaz.
       
Yaşama ilişkin bir soru, sorun yoksa, şair anlatma, paylaşma, yansıtma ya da yenileme, değiştirme derdinde değilse, yazdıklarının şiir olarak algılaması da olası değil.
       
Okuyan, inceleyen, araştıran, geçmişin şiir pratiğinden dersler çıkaran, geleceğe dair şiir düşünceleri üreten, çok yazan değil, az ama çalışılmış, emek verilmiş, damıtılmış şiirini gündeme taşıyan şairlere gereksinimin olduğunu da unutmamak gerekir.

Tahir ABACI: Günümüz şiirinin en büyük sorunu, şiirde özgünlüğün önemsenmemesidir.

Taner CİNDORUK: Türk şiiri diye bir şey olmaz. Türkiye şiiri vardır. Türkiye’de yazılan bir şiir vardır. Geçmişi vardır o şiirlerin...Şiir evrenseldir. Evrensel olan şeylerde dili ne kadar taze tutarsanız, alt yapı o kadar sağlam olur. Alt yapı sağlamsa, derinlik gerçeklikten kopmadığınız sürece yeni bir değer inşa eder… Şiir gerçeklikten kopmamalı derken şunu kastediyorum. Karakter… Şair sözcükleriyle yaratır karakterini. Ve bu karakter ne bir mistik yapının ne de görünen gerçeğin içinde asla boğulmamalı. Şair samimi olmalı, imgeleri de bu samimi –yalansız dolansız- tavrıyla kurmalı diye düşünüyorum…Günümüz şiiri dünümüz şiirinde olduğu gibi bu anti samimiyetin yorucu ışığında can çekişiyor…Üç beş iyi şair toparlıyor işi arada… Dergiler kadrolaşayım derken kırıcı olabiliyor. Geçenlerde Özgür Edebiyat dergisi, şiirleriniz yayın ilkemize uymuyor diye mesaj atmış bana… Bu olmamalı. Sevmeli, saylamalı, birlikte düşünmeli, birlikte üretmeliyiz. Ego çok zararlı… Ben 32 yaşında bunu biliyorum onlar 50 yaşında bu meseleyi çözememişler hâla… Genç şairler örgütlensin istiyorum. Yaşlı ağabeyler bizi çok üzüyorlar bazen… Ki onlar ne sevdalı şiirler yazarlardı bir zaman. Yine de seviyorum onları. Yarın bir gün öldüklerinde kim anacak onları, elbette biz…

Yalçın AYDINLIK: Şiirin çok az okunuyor olmasını, buna paralel olarak basım ve yayım aşamalarında yaşanılan sıkıntıları sorun olarak sayabiliriz. Kitap raflarında nereyse öksüz evlat gibi en diplerde daha okunmadan sararıp solma kaderini yaşıyor günümüz şiiri. Aslında şiirin herkesin tüketiminde olması zaten beklenemez böyle bir derdi de olmamalı şiirin ama şiir ve şiirle uğraşanlar bu durumdan dolaylı olarak etkileniyor. Nihayetinde şiir yazan, şiirlerini mutlaka bir şeyler anlatmak ve bu anlattıklarını duyurmak için yazar ve paylaşır. Ben sadece kendime yazıyorum, okunmasa da olur diyen ilk önce kendini kandırıyordur.  Bu az okunur olma durumu yayınevlerinin şiir kitapları basmaktan kaçınmasına da sebep oluyor. Şiirlerini kitaplaştırmak isteyen şiir yazıcıları da kendilerini aslında hiç istemedikleri ve çoğu zaman şiire küsmelerine neden olan ticari ilişkiler ağının orta yerinde buluyorlar.
     
Buna benzer bir sürü sıkıntı sayabiliriz ama bunlara hiç gerek yok. Şair sadece şiirini yazmalı bana kalırsa. Gerisi yatağını bulup akar nasılsa.

Maksut KOTO: Modern şiirimizde divan şiirinin izlerini görmemiz mümkün müdür? Divan şiiri neden pek ilgi görmemektedir?  Neler söylemek istersiniz?


Nihat BEHRAM: Hayatın diğer alanlarında yani bilimde, tıpta, felsefede, mimaride… olduğu gibi, tabii ki genelinde sanat, özelinde şiirde de bir öncekinin bir sonraki üstünde izleri olur. Bu kaçınılmazdır. İsteseniz de istemeseniz de olur. Öz açısından olur, biçim açısından olur. Bulunmuş, varılmış bir merhaleyi, yok sayıp tekrar onu bulmak için yola çıkmak zaten akıl ve mantık dışıdır. Hiçbir şey yoktur ki bir öncekinin devamı olmasın. Hiçbir bilgi, bulgu, keşif bir öncekinden bağımsız değildir. Hiçbir şey havadan pişip hazır düşmüyor. Kendinden öncekinin üstüne gelişiyor. Her dönemde olduğu gibi divan şiiri de bir yığın kötü örneğin yanı sıra çok büyük değerlere sahiptir. Gününde istediği kadar popüler olsun, kötü ve köksüz olanların kaderi yitip gitmektir. Sanatta iyiler, yani kökleri hayatta olan yaratıcı ürünler ölümsüzlüğü yakalar. Onlar aynı zamanda kendinden sonra gelen ölümsüzlerin de besin kaynağıdır. Bir şair kendinden önceki şairlerden tabii ki etkilenir. Bir sevda şairinin kendinden önce söylenmiş ölümsüz sevda tanımlarından etkilenmemesi mümkün mü? Modern şiirimizin büyüklerinde divan şiirinin etkileri de tabii ki var. Nâzım’ın şiirini okuyan onun divan şiirini hatmetmiş bir şair olduğunu görür. Ahmed Arif şiirinin sesini dinleyin. Derinden fâilatün mefâilün failün diye ölçüyü de duyarsınız. Kavramlara yaklaşımında, onun divan şiirinin ustalarını hatmetmiş bir şair olduğunu da halk şiirini hatmetmiş olduğunu da... Ahmed Arif’in ezberinden divan şairlerinden şiirler okuyuşunun tanığıyım. Bu, modern şiirimizin bütün ustalarında böyledir. Tabii ki, öncelikle dil engeli olmak üzere birçok nedenden ötürü o dönem şiiri genç kuşakların ilgi alanı dışında kalıyor.

Eray CANBERK: Şiirimizde Divan şiirinin izlerinin olmaması düşünülemez. İster beğenelim ister beğenmeyelim Divan şiiri diye adlandırılan ya da belirtilen bir şiir var. Ayrıca söz sanatları açısından da zengin bir şiir. Bizde şiir yazmaya niyetlenen bir kimsenin bu şiiri görmezden gelmesi de düşünülemez. Divan şiirine ilgisizlik büyük ölçüde dil’den, bir başka deyişle  Osmanlıca’dan kaynaklanıyor bence. Gerçi Divan şiirinin dili Osmanlı döneminde de günlük dilden farklıydı herhalde. Bugün de Divan şiirinin dili günümüz okuruna bu bakımdan zorluk yaratabilir ama  şiirle uğraşan biri bunun üstesinden gelmeli. Şair lise öğrenciliğinde kalmamalı. Artık elimizde birçok kaynak da var. Ben harf devriminin, dilde yenileşmenin, Türkçeleşmenin şiirimizde gelenekten kopmaya, geleneğe yabancılaşmaya yol açtığı iddialarını da anlayamıyorum. Eski yazı kaynaklar duruyor, isteyen Osmanlıca da öğrenebilir. Ayrıca ve özellikle günümüzde Divan şiiriyle, Osmanlıca’yla ilgili yeni yazıyla (Lâtin harfleriyle) pek çok kaynak da bulunuyor… 19. Yüzyıl ortalarından beri şiir anlayışımızda bir değişim var elbette. Divan şiirinden yenilikçi şiire geçiş o zamanlarda başlamış. Şöyle de diyebiliriz; Divan şiiri anlayışından gelen şairlerle başlamış yenilikçi anlayış. Bu anlayış da sürüp gelmiş.        

Haydar ERGÜLEN: Modern şiirimizde Divan şiirinin izlerini görmemiz mümkündür ve görüyoruz. Nazım Hikmet’ten Turgut Uyar’a, Hilmi Yavuz’dan  Behçet Necatigil’e ve günümüz şairlerine kadar geleneğin büyük bir parçası olarak Divan şiiri var. İlgi görmediği kanısında değilim, geleneksel şiir yeniden yorumlanarak ya da modern şiir içinde üretilerek, yepyeni yorumlarla yazılıyor ve okunuyor. Günümüzde Vural Bahadır Bayrıl, Osman Hakan A., Can Bahadır Yüce, Ercan Yılmaz, Serkan Ozan Özağaç gibi gelenekten yararlanan önemli şairler var ve onların varlığı Divan geleneğinin modern bir biçimde sürdüğünü gösteriyor .

Tahir ABACI: Ne divan şiirini, ne halk şiirini günümüzde bire bir yeniden üretmek mümkün değil. Ancak her ikisi de geleneğin içinde pişmiş, mükemmel biçimini bulmuş tarzlar. Dolayısıyla günümüz şairine kaynak olabilecek bir birikim oldukları ortada. Bu birikimi özümlemeksizin modern şiiri üretmek de kolay değil. Kendi adıma divan şiiri ile aram iyidir. Bunda Türk müziği ile hemhal olmanın payı çok.

Özkan MERT: Modern şiirimizde, yalnız divan şiirinin değil, Fransız, İngiliz, Rus, latin Amerika  vb şiirlerinin de  etkisini  görmek mümkündür. Değişik ülkelerin , kültürlerin ve şiirlerin döllenmesi  olmadan, şiirler kendi kimliklerini bulamazlar. Aziz Nesin: Her 3 Türkten 5.si şairdir, demişti. Ben de diyorum ki: Şair olarak ortaya çıkan her 5 kişiden 6.sı şair değildir.Şairlerin şiir okumadığı, şiiri bilmediği bir toplumda Divan Şiirinin  ilgi görmesi beklenebilir mi?

İlker İŞGÖREN: Her şiir kendi dönemselliği içerisinde değerlidir. Çünkü şiir de insan gibi yaşayan bir şeydir. Gelişim kaçınılmazdır şiirde. Divan şiirin temel özelliklerinden biri beyitlerle yazılıyor olması ve vezin olarak aruzun kullanılması. Biçim olarak Divan’dan gelip modern şiire nakledilen benzerlikler var. Yani tam olarak Divan şiirinin bittiğini hâlâ söyleyemeyiz kanımca. Örnek vermek gerekirse günümüzde hala beyit beyit modern şiir yazan şairler vardır. Divan şiirinde Arap ve Fars edebiyatlarından alınan belli semboller vardır. Mazmun adı verilen bu semboller hiç değiştirilmeden kullanılır. Gül deyince sevgili, bülbül deyince aşığın anlaşılması gibi. Bu semboller günümüzde imge olarak kullanılır. Yani divan şiirinde sembol olarak kullanılan sözcük bugün imge adını almıştır. Değişen sadece isimdir burada anlam yine aynıdır. Divan edebiyatı kendi dönemi içerisinde çok ses getirmiştir. Hoca Denhani’den, Şeyh Galip’e kadar 9 yy sürmüş köklü bir edebiyattan bahsediyoruz. İşte bu yüzden bana göre şiirimizin iki en önemli geleneğidir Divan şiiri. Demem o ki günümüzde de Divan şiirinin etkisini fazlasıyla görürüz. Görmek de zorundayız. Günümüzde belirli bir kesim divan şiirine ilgi göstermiyordur. Bunu genellemek yanlış olur. Ama şairim diye ortalıkta dolaşan her insan sadece divanı değil, bütün edebiyatımızı bilmekle yükümlüdür. Geleneğini bilmeyen geleceğin şiirini yazamaz.

Hüseyin YURTTAŞ: Divan şiirinin var olduğu dili, Osmanlıcayı bugünün insanının anlayarak okuması ve özümsemesi kolay değil. Özel merak ve sabırla, dil sorunlarının çözümünden sonra divan şiirinin derinliğine ulaşılabiliyor. Kolaycılık ise bizim toplum olarak neredeyse temel niteliklerimizden biri. Şiiri,  diyeceklerini alt alta dizmek sananlar hiç de az değil.  Bazı gençler var, “şiiri derin kazıyor”lar ama az sayıda bunlar. Şiir yazmaya çabalayan büyük çoğunluk divan şiirinin içine girememiştir ki, onu şiiriyle içselleştirebilsin. Dünya şiiri içinde özgün bir Türk şiiri yazmak istiyorsak, geleneksel olanla çağdaş şiir arasında sağlıklı bağlar kurmak zorundayız. Yoksa o büyük mozaik içinde bir renk olarak belirmemiz mümkün değildir. Onun için –özellikle genç şairlerin- divan şiirinden de, halk şiirinden de, bütün öteki şiir akımlarından da nasiplenmeleri gerekir. Hepimiz bunu yapmalıyız aslında. Divan şiiriyle ilgilenmemek, bir şair için aslında, kendisine kalan mirastan biri olan önemli bir kutuyu/sandukayı içinde ne mücevherler olduğunu bilmeden hiç açmamak gibi bir şeydir.

Yalçın AYDINLIK: Divan şiirinin izlerini görmek derken farsça ve Osmanlıca sözcük kullanımını kast ediyorsan bunu hâlâ kullanan şairler var. Ama kullanan şairlerin şiirinde Divan Şiiri’nin izleri görülür, kullanmayanlar da modern şiirler yazıyor anlamı da çıkarılmamalı. Neden ilgi görmemektedir sorusu da biraz eksik bir soru bence.  Şiir bir süreçtir ve kendi içinde ve döneminde devinir. Modern şiir dediğimiz şiirleri de her şeyden bağımsız kendi kendine varlığını sürdüren bir şiir çeşidi olarak düşünmemek gerek. Bu dönem ve türlerden yalnızca birini olmamış ve yaşanmamış kabul etmek, çıktığımız merdiven basamaklarının dibindeki bir basamağın olmadığını varsaymak anlamına gelir. Bir şiir türü veya anlayışına tepki olarak çıkan yeni şiir anlayışları bile karşı oldukları o şiir anlayışının üzerine kurulmuştur aslında. Ama divan şiirini bugün olduğu gibi yeniden yazmanın da hiçbir anlamı yoktur.

Oğuz TÜMBAŞ: Divan şiiri şimdi bize çok uzak… Dilini anlamak olası değil. Ancak  biçim ve ses  olanaklarıyla, ezgisiyle, ritmiyle, ahengiyle, estetik kaygılarıyla şiir tarihimizde yer almıştır. Bir süreçti, yaşandı, çağını tamamladı, bitti. Ancak imgesel zenginliği, söz sanatlarındaki ustalığı yeni yorumlarla kimi İkinci Yeni'nin şairlerde görülebilir. Divan edebiyatının biçim kaygısını,  lirik havasını yeni bir içerikle Attilâ İlhan ve Turgut Uyar'da dikkat çekici biçimde ortaya çıkar.

Özellikle Attilâ İlhan, divan edebiyatının ses uyumunu, ezgisini, akışkanlığını  kullanır şiirlerinde. Kimi dizeleri, divan şairlerinin ünlü dizelerine küçük göndermeler taşır.

Orhan Veli, şiirselliğe, şairaneliğe karşı çıkarken, geleneksel sesi, aruzun ölçüsünü kullanmaktan kaçınmaz. Divan şiirinin ünlü adlarına, yapıtlarına kimi zaman kavramlara gönderme yapan Behçet Necatigil ve  Hilmi Yavuz’un  da  geleneksel olandan  kendilerine özgü bir şiir yarattıklarını görürüz. Çok az da olsa Ataol Behramoğlu'nun  kimi şiirlerinde  (Çığlık, Cellat gibi) Divan’ın gazel beyitlerinden, rübailerden çağrışımlar taşıdığı izlenir.
       
Şunu söylemekte de yarar var. Divan şiiri ağdalı dili, ölçülü olmanın sıkıntıları, anlatım tekniğinin uzaklığı ile günümüz şairine etkilenme, öykünme, yararlanma bağlamında kapalıdır. Yeniden ona dönmek de çağdaş şairin, toplumsal gerçekçi duyarlığa, algıya açık şairin işi değildir. Ona özenmek, kalıplara kapalı kalmak, çağ dışılıktır, gericiliktir. Dinsel çizgileri, mistik ögeleri, tutuculukları olan şiir yazıcılarının bunu sürdürüyor olmasını da onaylamak olası değildir.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Divan şiirinin ilk örneklerine 13’ncü yüzyılda rastlanmıştır.  Mevlana Celaleddini Rumi’nin Farsça yapıtlarında ilk olarak ortaya çıkmış, daha sonra, aynı yüzyılın bir başka şairi Hoca Dehhani’nin de divan şiiri özelliklerinde şiirler yazdığı görülmüştür. Horasan kökenli olan Dehhani Konya’ya yerleştikten sonra, özellikle İran’lı şair Firdevsi’nin etkisinde şiirler yazdığı da bilinmektedir. Divan şairleri, şiirlerinde “fahriye” tabir edilen sözcüklerle kendilerini övdükleri bölümlerde şiir ustalığının doruklarına çıkmışlardır. Modern şiirle taban tabana zıt olan Divan şiiri, hiçbir zaman o şiirle kaynaşması mümkün değildir. Dili, nazım şekli, aruz ölçüsü, nazım biçimleri olarak Modern şiirle uyuşamaz. O şiir, devrini yaşamış ve bitirmiştir, bugün için izlerini dahi bulmak mümkün değildir. Divan şiirinin dili, aruz şekli, nazım biçimleri’nin zorluğu ve anlaşılmasının güçlüğü, o şiirin yaşam alanını yoketmiştir. İlgi duyulmamasının nedeni, bu yüzden olmalı.

Taner CİNDORUK: Divan şiiri ilgi görüyor. Burada bir sıkıntı yok. Ancak, şiir ilgi görmüyor diyebilirsin. Okullarda bile biz divan öğrendik. Şiir ilgi görmüyor olabilir. Çünkü roman okuyor herkes. Kitapçıların vitrin camlarına bak, anlarsın ne dediğimi. Şiir kitabı istiyorsun, 2 saatte getiriyor sana. Yerini bulamıyor. Satmıyor ki çünkü. Roman ismi ver, sen cümleyi bitirmeden elinde görürsün zaten kitabı…Roman medyası daha sıkı çalışıyor. Bu konuda farklı anlaşmalar, pazarlıklar vs var. Şiir ve hikaye daha yalnız bir tür… Bu yüzden şiirin kan kardeşidir hikâye… Divan bir gelenektir… Bu geleneğin sancıları nelerdir, hangi süreçlerde ne tür izler bırakmıştır… Bilirsen birikimin artar, bilmezsen yorulursun…Bilmemek yorar insanı…Öğreneceğiz. Divan da, Garip de, Fütürizm de bilinmeli kardeşim… Bilirsen daha iyi şiir yazarsın…Bilmeden olmuyor o işler. Şeyh Galip okumazdım eskiden, şimdi okuyorum ve faydalarını görüyorum. Ufkum açılıyor yahu. Ne güzel bir şey bu. Daha farklı bakıyorum, daha farklı derken, fark farkı doğuruyor… Bilmeyiş acayip kötü. Yaşadım onu da.  Ama şu var. Şiir yazmak için profesör olmak gerekmiyor. En azından geleneği bilmek yeterli… En azından diyorum. Kavramlar vs işin çılgınlık tarafı…

Zeynep ALİYE: Şiirimizin modernleşme serüveni Tanzimat’la bir başka deyişle Batı’nın sanayi hamlesiyle paralellik gösterir. Günümüzdeki küreselleşme maskesiyle azgın bir nehir örneği üstümüze çullanıp şiir ırmağımızı kendi denizine katmak isteyen kültür emperyalizminin çocukluk dönemidir sanayileşme devrimi. O günden bu yana dünyamızda yaşam koşulları,  olanaklar, değerler, zevkler, yaklaşımlar, beklentilerle birlikte edebiyat, özelde şiir de hızlı bir değişime girmiştir.  Fakat şiirimiz olumsuz koşullara karşın uzun süre varlığını korumayı, o güçlü akıntıda yüzmeyi başardı. Şairlerimiz yüzlerini Batı’ya çevirmiş olsalar da şiirimizin iki ana damarı olan halk şiirinden ve divan şiirinden yararlanmaktan vazgeçmediler. Örneğin modern şiirimizin öncülerinden Ahmet Haşim’in yapıtlarında Fransız sembolizminin yanı sıra divan şiirinin etkisi son derece açıktır. Keza Yahya Kemal için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.  Ya Nazım Hikmet? Şiir geleneğimizden ustaca ve çokça yararlananlardan biridir Nazım Hikmet. Cahit Sıtkı, kimi şiirleriyle Dağlarca, Ahmet Muhip Dranas, Asaf Halet Çelebi, Attila İlhan ve daha nice isim şiirlerinde halk şiirinin yanı sıra divan şiirinin etkisi görülür. Cemal Süreya dahil pek çok şairimizse eski şiirimizle bağlarını imge yoluyla da olsa sürdürdüler.  Yani halk şiirine ve divan şiirine sırt çevirmek değil, ondan yararlanmak yoluna gittiler; doğrusu da buydu. Cemal Süreya’nın “Folklor şiire düşman!” sözü asla halk şiirimize karşı bir tavrın ifadesi değil, onu olduğu gibi kullanmanın yanlışlığına vurguydu yalnızca. Attila İlhan da divan şiirini ve halk şiirini şiirinin dokusunda taşıyan bir şairimizdir.  Fakat kabul etmek gerekir ki, hayat devinim ve değişim demektir. İçinde yaşadığımız çağa sırtını dönmüş, çağdaş olanla geleneği harmanlamayan, yaşamın atardamarından beslenmeyen bir şiirin güçlü olması mümkün değildir. Köklerinden kopmuş bir şiir nasıl kimliğini yitirirse geçmişi tekrarlayan, kendini yenilemeyen bir şiir de o denli güçten düşmüş demektir. Önemli olan yapıtların, geçmiş kültürel zenginliğini sindirmiş, içselleştirmiş olmasıdır. Yoksa divan şiiri gibi kalıplara, mazmunlara sıkışmış bir şiiri sürdürmeye kalkmak günümüzün karmaşık gerçeğini aktarmakta son derece yetersiz kalır.

Sennur SEZER: Divan şiiri ustalık isteyen bir tür... Okur da yapılan espriyi, göndermeyi anlamalı. Ara sıra böyle yiğitler çıkıyor. Behçet Necatigil’in şiirinde divan şiiri  izleri elbet var, Turgut Uyar ve Hilmi Yavuz’da da... Ötekiler bir dağın üstünü kazarak dağın kalbine ulaşmayı deniyor şimdilik. Okurunu bulmazsanız Fuzuli olsanız ne olacak!



Maksut KOTO: ‘’Ötekileştirme’’ ve ‘’Kutuplaşma’’ sözcüklerini Türk Edebiyatı için değerlendirecek olursak, bu iki sözcüğün şiirimize ne gibi zararları ya da yararları olmuştur?



Haydar ERGÜLEN: Vallahi ben bir ‘şiir cumhuriyeti’nin varlığına inanan iyimser tabiatlı bir şiir yazıcısı olarak, ‘ötekileştirme’nin de ‘kutuplaşma’nın da ne şiirde ne hayatta yararı olduğuna inanırım. Zararlı ve tehlikeli bulurum. Faşist, zorba, yasakçı olmadığı sürece her inançtan, her dünya görüşünden şairle buluşmayı da sosyalist olmanın bir gereği olarak görürüm. 1983’de yayımladığımız “Üç Çiçek”, 1986’da yayımladığımız “Şiir Atı” dergileri de bu buluşmanın somut delilleridir.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Türkçe Sözlüğe göre öteki : “İki şeyden, konuşulmakta ya da göz önünde tutulmakta olandan geride kalanı, öbür olanı” anlamlarını içeriyor. “Ötekileştirme” ise, son yıllarda bir ülke içinde yaşayan etnik kökenli insanlar için, ayrıştırma, amaçlı kullanılan sözcük olarak dilimize yerleştiği görülmektedir. Daha çok, politik amaçlı kullanılan bu sözcük, doğal olarak sadece edebiyatımıza zarar vermekle kalmamış, toplumsal ayrışmayı da gündeme getirmiştir. Toplum bir bütündür! O bütünün parçaları da bireylerdir!. Bir ülkenin, ülke olabilmesi için, sınırlarıyla belirli toprak parçasında, örfüyle, adetleriyle, diliyle, bayrağıyla, yönetim şekliyle bir toplum oluşturabilmesidir!

“Kutuplaşmak” da, Türkçe Sözlüğe göre : “Bir topluluğun”, birbirine karşıt gruplara ayrışmasıdır” anlamını içeriyor. Bu da son yıllarda, Türk toplumunun bölücü düşüncelerle ayrışmasına çaba gösteren insanlarca, uygulanan eylem biçimi olarak, kullanılmaya başlanmıştır. Her iki sözcükte, sıklıkla kullanılarak sadece topluma değil, toplumu oluşturan bireylerin yaşam biçimini etkilemiş, edebiyatında, sanatında, kötü etkiler yaratarak, büyük zararlara neden olmuştur.

Zeynep ALİYE: Ötekileştirme ve kutuplaşma sözcükleriyle kastedileni pek anlayamadım. Ulus devletle birlikte inşasına geçilen modernist sanat ve edebiyat anlayışının divan şiiri ve nesrini ötekileştirdiği, kutuplaşma yarattığı gibi bir görüş mü kastediliyor? Eğer böyleyse, unutmamak gerekir ki tamamen farklı bir yönetim biçimi olan cumhuriyete uygun bir yapılanmaya gidilmesi zorunluydu. Örneğin Tasavvuf edebiyatı ve minyatür resmi ile metafizik ve soyut unsurların yerini “gerçekçiliğe” bıraktığı ümmet anlayışının yerini yurttaş/ birey kavramına bıraktığı cumhuriyet sonrasının sanat haritasında yaşanan değişimi karşılaştırabiliriz.  Kaldı ki imparatorluk yapısından ulusal inşa sürecine geçişte sanatın edebiyatın işlevi bile değişmiştir. İşlevi değişmiş bir edebiyatın, yapısal değişikliklere uğramasını neden garip karşılayalım ki? Feodal temelli bir yaşam biçimine göre daha ileri bir aşama olan modern yaşam tarzının insanın bakış açısını değiştirmesi, arayışları, tasarımları, geleceğe ilişkin hayalleri dahil olmak üzere yeniden biçimlendirmesi gereklidir ve zaten doğal olan budur. Yeter ki geriye doğru bir adım atılmış olsun. Ancak şu da var ki, sanatta her yeni anlayış, akım,  düzene baş kaldırış biçiminde ortaya çıksa da var olan düzenin genetik özelliklerini önemli ölçüde taşır. Fecr-i Ati, Servet-i Fünun, hatta Cumhuriyet dönemi edebiyatı; Garip Akımı ve II. Yeni için de böyledir bu. Ancak küreselleşmenin dayattığı Post modernizmse,  modernizmin içinde ondan beslenerek doğmamıştır. Tamamen ithal, küreselleşme ideolojisinin dayatması olarak önceyi ötekileştiren, edebiyat geleneğimizi yok sayan, tamamen inkâra dayalı bir yazınsal anlayış olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Ötekileştirme kavramını belki bu bağlamda kullanabiliriz. Ancak Garip’le II. Yeni’nin ya da Toplumcu gerçekçilerle II. Yeni’nin mücadelesi, edebiyatın bütünselliği ve yaşanan süreç göz ardı edilmeden incelendiğinde, “ötekileştirme” ya da “kutuplaşma” benzeri yaklaşımların yanlış olduğu ortaya çıkar.

Nihat BEHRAM: Kasıtlı yapılıyorsa ikisi de zorlamadır, olumsuzluğu simgeler. Hayatın bir gereği olarak oluşmuşlarsa doğal bir vakıadır. Sözgelimi, hayata taban tabana zıt iki ayrı yaklaşım birbiriyle kutuplaşır. Birinin “Zalim!” dediğine diğeri “Padişahım çok yaşa!” diyorsa aynı kaba girmezler.

Hüseyin YURTTAŞ: Birbirini itmekle nereye varılır ki? Hele şiirde, hele sanatta! İnkâr ile, yok saymayla varılan yer yokluktur, yoksulluktur.

Eray CANBERK: Özür dilerim ama “ötekileştirme” ve “kutuplaşma” sözcükleri değil de zihniyeti/anlayışı söz konusu olmalı. Zarar ya da yarardan söz etmek istiyorsak bütün öteki zihniyetler/anlayışlar da hesaba katılmalı… “Ötekileştirme” söz konusu olunca aklıma Behiç Ak’ın bir karikatürü gelir hep… Söz konusu karikatürde karşılıklı duran iki hanım vardır. Biri başı açık, eteği kısa, buna “modern” giyimli diyelim; ötekinin başı örtülü, giysisinin eteği yere kadar, buna da “tesettürlü” diyelim… “Modern” hanım karşısındakine “Ben liberalim, ötekinin haklarına saygılıyım.” diyor; “tesettürlü” hanımın cevabı  “Öteki sana benzer, salak!” oluyor… Bence de “ötekileştirme”de ve “kutuplaşma”da karşılıklılık vardır. “Ötekileştirme” nasıl başlar, nereden başlar, kaynağı ya da dayanağı nedir? “Ötekileştirme”de ve “kutuplaşma”da tek yanlı bir mağduriyet söz konusu olabilir mi? Bütün bunların irdelenmesi gerekiyor. Bu “ötekileştirme” uygar düşünce, demokrasi düşüncesi açısından elbette hoş değil, kabul edilebilir değil. Ayrıca şiirimize (ya da şiire) yararlı olan nedir, zararlı olan nedir? Zihniyet midir, dil midir, şairin kültürel donanımı mıdır? Şunun ya da bunun şiire zarar verdiği ya da yararlı olduğu düşüncesi bana ters geliyor; bu konuda yarar/zarar  nasıl açıklanır, doğrusu bilemiyorum.      

Oğuz TÜMBAŞ: Hacı Bektas- ı Velî’nin “Gelin canlar bir olalım” sözü ile Yunus Emre’nin;“Beri gel barışalım,Yâd isen bilişelim  / Gelin tanış olalım işi kolay kılalım” dizeleri ötekileştirmeye, kutuplaşmaya karşı bir eylem boyutu taşır, birliği yükselten bir anlayışa vurgu yapar.

Her ne değin edebiyat, insanla anlamlaşan, dünyayı saran, sarmalayan, kollayan yanıyla dikkat çekse de zaman zaman ötekileştirmeden vazgeçmemiştir. Birbirimizi ötekileştirip, birbirimizle çatışmayalım denmesine karşın, insanların “ötekileştirme” dürtüsü  var olmuştur. Edebiyatta da bunun örnekleri görülür.

Ötekileştirme biraz dışlama, ayrıştırma, renk, dil, din, yoksul-varsıl ayrıştırmasını da içerir.  Ne ötekileşmek, ne ötekileştirmek…Şairin yanına yaklaşmaması gereken kavramlardır.

Siyasal anlamda, düşünce bağlamında insanların kutuplaşması şiirin her döneminde var olmuştur. Günümüz şirinde de  kutuplaşmaların sıklıkla yaşandığını görmemek olası değil. Şiirdeki uçuk olmayan,  bölüne bölüne yalnızlaşan durumuna düşmemek için keskin, düşmanca  kutuplaşmalar, yadsımaları çok sevimli bulmuyorum.
       
Elbette tüm insanların olduğu gibi şairlerin de  aynı düşünce, aynı şiir anlayışı, aynı duruş içinde olmalarını beklemek saflık olur. Ayrışmalar, karşıtlıklar, farklılıklar doğası gereği olacaktır. Ötekileşme ya da ötekileştirme olgusu  şiirimize çoğu kez zarar da vermektedir.  Eleştirel, özeleştirel bağlamda şiir bilgisinin, şiir görüşünün öngördüğü doğru algılama önemlidir.
       
Aynı görüş doğrultusunda, ancak farklı bakışlar, algılar, yorumlarla birbirine ters düşen gruplaşmalar, kutuplaşmalar, ayrışmalar, ötekileştirmeler şiirimizi daha çok yalnızlığa itmiyor mu?

Sennur SEZER: Her girişim önceki hareketin aksak yanlarını elemeye çalışır. Edebiyatın hareketli olması durgun olmasından daha iyidir.

Yalçın AYDINLIK: Kutuplaşmalar, edebiyat ortamı için doğal sayılabilecek oluşumlardır.  Çünkü herkesin aynı tür şiiri yazmasını bekleyemezsiniz. Ötekileştirmenin bilinçli yapılan bir şey olduğunu sanmıyorum. Bu, daha çok ötede kalanın hissettiği bir şeydir. En azından edebiyat ortamı için bu böyle. Bu gruplaşmalar farklı ihtiyaçlardan kaynaklanabilir. Yaygın bir eleştirilir; gençler daha önce sözünü ettiğim nedenlerden ötürü şiirin basım ve yayımında yaşadıkları sıkıntıyı bazen bir araya gelip dergi çıkararak, hatta yayınevleri kurarak çözüm yollarına gidiyorlar. Bu, sadece şiirin dolaşımını kolaylaştıran bir yol olarak kalırsa şiir bundan pek bir şey kazanmaz. Fakat belli bir şiir anlayışı ve dili etrafında örgütlenmek şiir için bir zenginliktir. Ötekileşmeye de çok takılmamak lazım bence; sonuçta herkes kendi şiirini yazar.

Özkan MERT: Kutuplaşmalar ve çatışmalar diyalektik ve doğal oluşumlardan ortaya çıkmışsa bu şiirmiz için bir zenginliktir. Mehmet Kemal’in dediği gibi: Kuşaklar dövüşe dövüşe gelişir. Bunun en güzel örneği, bizim toplumcu 60 kuşağının, 1969 yılında yayınladığı bir manifesto ile İkinci yeni şiirine karşı savaş açmasıdır. Kötü örneği de, Yeni Bütüncü şiir hareketidir. Çünkü Yeni Bütüncü şiir hareketinde, yeni olan hiçbir şey yoktur. Şiire genel bir bakıştan başka bir şey değildir.

Ötekileştirme ise çok farklı bir şeydir .Kötü şiiri ötekileştirebilirsek, şiirimiz biraz olsun temizlenirdi.


İlker İŞGÖREN: 
Ötekileştirme ben olgusunun sen olgusunu teğet geçerek o’na varmasıdır. Şiir gibi insana doğruya, saygıya, sevgiye, barışa, kardeşliğe yani insanın bütünleşmesine yardımcı olan bir sanatın, böyle bir kavramla yan yana gelmesi büyük bir sorundur. Yine aynı sorun kutuplaşmayı da içinde barındırır. Bu da şiir için çok tehlikelidir. İnsan neden şiire ihtiyaç duyar diye kendimize sorduğumuzda ilk akla gelen sözcük; ‘itirazdır.’ Bu itiraz ilkin kendimizedir. Çünkü her şey ben’in elinden çıkar. Bu sözcüklerin muhatabı şiir değil, şairdir. Çünkü şiir zaten ötekileştirmeyi ve kutuplaşmayı yıkan en sarsıcı eylem biçimidir. 


Tahir ABACI: Yaşadığımız toplum bir çok yarılmalar içinde. Dolayısıyla ister istemez yarılmanın bir tarafında kalıyorsunuz ya da kalmış sayılıyorsunuz. Ancak sanatçının bu konulardaki niyeti ile nesnel gerçekliği irdelerken ve dolayısıyla sanat eserine dökerken ortaya koydukları bire bir örtüşmüyor. Sanat eseri gerçeklikle örtüşebildiği oranda ayrı bir ortak payda oluşturabiliyor. Dolayısıyla, sanatı sanat yapan ölçütler üzerinden değerlendirme yapmak varken, bunun dışındaki ölçütlere başvuruluyorsa ötekileştirme ve kutuplaşma zararlıdır. Yazarın niyeti ile eseri arasındaki tartıya ve sanatsal değere bakılarak  ayrım çizgileri konuyorsa, bu zaten edebiyatın ve eleştirinin temel görevidir ve doğrudur. 

Taner CİNDORUK: Ötekileştirme siyasi bir terimdir. Kutuplaşma ise, halk arasında bile sıklıkla kullanılır. Şiirde de her türlü kavram vs kullanılır. Şiir -manifesto- başlıkları altında siyasi süreçlerden geçmiştir zaten. Garip, ‘İkinci Yeni’ sadece şiirde bir devrim gibi gözükse de dönemin siyasal, sosyal ve kültürel yapısıyla ciddi anlamda ilintilidir. Yani, şiire bir yararı olacaksa kullanılsın kardeşim. Çağrışım kelimesi, imge ve benzeri kelimeler sıklıkla kullanılıyor zaten…. Normalde herkes dilediği terimi vs dilediği şekilde kullanabilir. Sorun şiirin kendisindedir zaten. Kimse oralara takılmaz. Türkiye’de iki türlü şiir var. İyi şiir ve kötü şiir. Bir üçüncüsü yok. Kötü şiirler kafa karıştırır, yalan söyler, aptallaştırır, saptırır vs. İyi şiir esaslı izler bırakır. Bir çay bahçesinde, bir parkta, bir posta kutusunda, bir istasyonda, bir limanda bir yerde çıkar karşına iyi şiir. Korur seni. Sarsar ama korur. İyi şiiri severim. Dürüst bir adama benzetirim onu. Şirin bir çocuğa. Güzel bir kız gibidir bazen. Esaslı bir buluştur o. Kiminin eksiğidir iyi şiir, kiminin fazlası. Adamın, masaya biranın dökülüşünü koyması gibi bir şeydir… Ve hâlâ konuşuyoruz Edip Cansever’i…İyi şiirden zarar gelmez. İyi şiir evrenseldir. Namusludur yüreği. Dili de sağlam olur o yüzden…


Maksut KOTO: İkinci yeni şiirinin uzun ömürlü olmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce, günümüzde ikinci yeni şiir anlayışı mı ağırlıktadır? Yoksa…






 
Hüseyin YURTTAŞ: İkinci Yeni şiiri umulandan daha uzun ömürlü olmuştur. Bunun en önemli nedeni, toplumsal baskı dönemlerinin birbirine ulanarak ardı ardına gelmesidir. İkinci Yeni, karşı koyuşla, başkaldırıyla, direnişle çok fazla alışverişi olan bir şiir değildir. Şiir içi oyunlar ona yeter görünmektedir. Böyle olunca da,  günümüzde de onun izinden giden şairler çıkmaktadır. Ancak bu tutum, o şairlerin birer eklenti gibi kalmasını önleyemeyecektir. Özgün bir kimlikle ortaya çıkarak şiir tarihinde sağlam bir yer edinmelerini engelleyecektir.

Onun dışında gelişmiş çok önemli bir şiir birikimi ise yıllardır görmezlikten geliniyor. Bazı  eleştirmenlerin de bunda payı var.  Ama şiir, zamanın zarını yırtar!

Oğuz TÜMBAŞ: İkinci Yeni dediğimiz o çılgın, haylaz şiir 60 yıldır şiir gündeminden, şiir kamuoyundan düşmediğine göre, eleştirilse de, tepkilerle, çatmalarla, yermelerle karşı çıkılsa da hâlâ konuşuluyorsa, onu çöplüğe atamadığımızın da belgesidir bu. Bildirisi olmasa da Garip’ten sonra modern şiirimizde çalkalanma, silkinme, devinim yaratmıştır. Etkilemeye devam ediyor olması da bunun bir kanıtı olsa gerek.
       
Bence  İkinci Yeni’nin bittiğini, eskidiğini söylemek, bugün için de olası değil.

Mehmet H. Doğan, İkinci Yeni’yi Garip şiirinden sonra şiirimizdeki “ikinci gençleşme hareketi” olarak niteler. Günümüz şiirini ise, “İkinci Yeni‟nin doğal uzantısı” olarak görür. Ona göre, İkinci Yeni “köksüz bir moda” ya da “özenti” şiiri değildir. Yine Doğan‟a göre, bugünün genç şairi, İkinci Yeni‟yi iyi bilmelidir: “İkinci Yeni deneyiminden sonra onu özümsemeden, aşmadan şiir yazmak da olanaksızdır.” (Türk Şiirinden Son Okumalar).
       
İkinci Yeni şiirin ağır toplarından Edip Cansever  “Şiirimiz İkinci Yeni’den sonra nereye varacak?” sorusuna şu yanıtı verir (Yeditepe 29 Ocak 1959) :”…yönü yöntemi ayrı şiirler yazılması gerektiğine inanıyorum. Belki de İkinci Yeni’nin tek anlamı bu: Bir değil, birçok şiir ortamları kurmak.” 
       
Eğer bu gözlükle de bakmayı bilirsek, İkinci Yeni imge yoğunluğu, anlamlı olmayı önermediği, anlatım zenginliği ile “birçok şiir ortamı” kurabilmesiyle  tamamen bitmiştir, işlevini yitirmiştir, tasını tarağını toplayıp gitmiştir demek bana göre fazla iyimserlik olur. Hâlâ konuşuluyor, tartışılıyor, gündeme gelebiliyorsa, ondan korkmamak, onun açılımlarından, olanaklarından yararlanmak, yeni kanallar açmak zararlı olmayacaktır.

      
Keşke yeni devinimler, şiir sıçramaları, kendini aşan, coşan, eylem boyutuna taşıyan, sesi, sözü, rengi, anlatımı, çağrışımı, toplumsal algısı yüksek yeni bir şiiri hayata geçirecek şairleri yakalasak!.. İkinci Yeni Şiir dönemi de kapanmış olmalı artık. Yeni şiirler, yeni sesler, yeni şairler çağın gereklerini yerine getirecek biçimde savaşımcı, eylemci, sarsıcı şiirlerini hayata geçirmeliler 2000’lerde.       

Sennur SEZER: İmgeye dayanan bir şiir her dönem gözde olacaktır. İkinci yeni alaysılığa ve yeni sözcük üretimine de açık bir şiir… Bu yüzden olanağı çok…

Zeynep ALİYE: Eski Türk edebiyatının, Anadolu halk edebiyatının ve divan edebiyatının yüzyılları bulan varoluş sürecine bakarak II. Yeni’nin ömrünün uzun olduğunu söylemek için henüz erken. Sanatı bir nehir olarak ele alırsak ne zaman büyük bir menderes oluşturmaya başladığını ancak eyleminin ileri safhalarında anlayabiliriz.

Şimdilerde ağırlıklı olarak dolanımda olan şiire gelince en başta da söylediğim gibi has, sağlam, Türk şiir geleneğinin yatağında akan bir şiirin yanı sıra,  çeviri kokan, şiir geleneğimizden beslenmeyen, onu içselleştirmemiş hatta eklektik diyebileceğimiz taklitçi, öykünmeci bir şiirle karşılaşıyoruz. 

Nihat BEHRAM: Uzun ömürlülük, kısa ömürlülük “kuşak, akım” gibi kavramlarla açıklanamaz. İnsanoğlu her dönemde, ömrü çok kısa ürünler de vermiştir; ölümsüz ürünler de. Bin yıldır değerinden hiçbir şey yitirmeden sözgelimi Yunus gibi atalaşmış, ölümsüzleşmiş ozanlar da var; bir yıl içinde yitip gitmiş ozanlar da. İkinci Yeni bir kuşak sorunu değil, bir anlayış sorunudur. O anlayışın “etkin olduğu” söylenen dönemde, yani esas olarak 50-65 arası, Türk şiirinde çok değerli başka şairler yok mu? Yani o dönemde Fazıl Hüsnü Dağlarca, Melih Cevdet, Atilla İlhan, Metin Eloğlu, Külebi şiir yazmıyor muydu? Bunlar şiirimizin doruk şairleridir. İkinci Yeni şiiri yazdığı söylenen o kadar çok şair vardı ki bugün hiçbirinin adı sanı yok. Taklit, köksüz, sığ ürünlerdi. Kalanlar Turgut Uyar, Cemal Süreya, Edip Cansever, Ülkü Tamer. Onlar da zaten has şairler... Hele ki Turgut Uyar. Kaldı ki, Turgut Uyar’ın değeri İkinci Yeni adı verilen dönemde yazdığı şiirler nedeniyle mi anlaşıldı? Baştan beri her zaman değerli bir şair değil miydi? Çok ilginç bir durumdur: İkinci Yeni akımının en önemli şairi başta Kemal Özer’dir. İlk dönemde, İkinci Yeni akımı için 3 isim sayılsa biri kesinlikle Kemal Özer’dir. Fakat Kemal Özer daha sonra bu anlayışı terk etti. Sosyalist düşüncenin esiniyle toplumsal gerçekçiliğe yöneldi. Ve birden Kemal Özer’e 2. sınıf şair muamelesi yapılmaya başlandı. Sanki aynı şair değilmiş gibi. Kemal Özer uzun yıllar bu nedenle uzak kalmıştır. Ve Kemal Özer’in daha sonra yazdığı şiirler, çağdaş şiirimizin çok değerli örnekleridir. Hele ki, onun son kitabı “Temmuz İçin Yaralı Semah / Yangın Şiirleri” çağdaş Türk şiirinin başyapıtlarından birisidir. İkinci Yeni’ye takılıp kalan bunları nasıl açıklayacak? Şiir kendi temeli üstünde yükselir. Tevfik Fikret olmasa, Nâzım olabilir miydi? Metin Eloğlu'suz bir Can Yücel açıklanabilir mi? Uzun ömürlü olan iyi şiirdir “kuşak” değil. “Kuşak” diye tanımlanan ve “şiir anlayışı” diye manifestolarla paketlenen şairler grubunda iyisi de vardır kötüsü de. Hatta çok çok kötüsü de. Gerici olan, yoz olan, taklit olan, üretim olan, hayatın bilgece yorumundan yoksun olan, köksüz, temelsiz, sığ olan yok olmaya mahkumdur. “Şu kuşak aşılamadı, şu şiir akımı geçilemedi.” gibi anlayışlar yanlıştır. Şiir atletizm yarışması değildir. Turgut Uyar da değerli bir şairdir, aynı dönemde şiir yazan Fazıl Hüsnü de, Melih Cevdet de, Külebi de. Fazıl Hüsnü bu coğrafyada yaşamış en büyük şairlerden biridir. Ömrünün uzunluğu sonsuzdur. 

Haydar ERGÜLEN: Evet, İkinci Yeni şiirinin sadık bir okuru, büyük bir hayranı, ve mütevazı bir bağlısıyım. Elbette gerek şairlerinden gerek şiirlerinden derin biçimde etkilendim.  İkinci Yeni yepyeni bir şiirdir, şiirde devrim yapmıştır ve Troçki’nin “Sürekli Devrim” ideali, ki benim de siyasi görüşüm bu doğrultudadır, bir bakıma Türk şiirinde İkinci Yeni ile gerçekleşmiştir. Bir düşünün 90 yıllık cumhuriyet tarihi ve şiirinin son 60 yılında bu şiir vardır ve kendisinden sonra gelen her şiir kuşağını ciddi biçimde etkilemiştir, sosyalistinden islamcısına, toplumcusundan bireycisine kadar her şair ve şiir İkinci Yeni yolundan geçmiştir, bazen bilinçli olarak, bazen de hiç farkında olmadan!


Mehmet Sadık KIRIMLI: “İkinci Yeni”, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde önemli duraklardan biridir. Tanzimat sonrası, klasik bir akım olarak başlayan şiir, gittikçe gelişim sürecini hızlandırarak, 1950 ve 1960’lı yıllara varmış ve,dönüşüm sancılarını yaşamaya başlamıştır. Bilindiği gibi ilk dönüşüm, Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat üçlüsünün birlikte aldığı kararla ve 1941 yılında yayımlanan Garip adlı kitabın ön sözünde belirtilerek yola çıkılmış harekettir! Buna göre, şiirdeki hece vezninin zorluğu dikkate alınarak, şiire rahatlık getirmek amacıyla yapıldığı belirtilmiştir. Büyük çalkantılardan sonra durulan ortamın seyri, 1950 yılı başlarına kadar gelip dayanmıştır. Ancak; Garip hareketiyle de şiirin dönüşüm isteği durulmamıştır. Hattâ, 1950 yılına varıldığında garip hareketi geçerliliğini yitirmiştir. Bu kez, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Edip Cansever, İlhan Berk ve Ece Ayhan beşlisi, birbirlerinden habersiz de olsalar, İstanbul ve Ankara’daki birkaç dergide yayımladıkları şiirlerle İkinci Yeni hareketini başlatmış oldular. Böylece, İkinci Yeni bir yandan şiirin, bir yandan da şairin kendi içine dönüşü, bireyi arayışıdır diyebiliriz. Bir önceki dönemin Melih Cevdet, Oktay Rıfat, Behçet Necatigil… vb. gözde şairlerinin İkinci Yeni ile buluşacağı, ’60 sonrası genç şiirine yeni katılımlar da oluşmuştur.



İkinci Yeni hareketinin, uzun ömürlü olmasının özelliği, o güne kadar bireyin kendi içine dönük olmasının önemi, tam anlamıyla iyi anlaşılamadığındandır. Örneğin : “Önemli olan – ‘küçük’ olsun, ‘büyük’ olsun – insanı trajedisine geçmek, birey olarak ve toplum içindeki konumuna göre trajedisini yakalamak. Ben bunu yapmaya çalıştım, diğer dalların da yardımıyla” diyebilmekti. Evet, günümüz şiir anlayışında gene İkinci yeni anlayışı hakim, diyebiliriz.

İlker İŞGÖREN: İkinci Yeninin uzun ömürlü bir şiir olup olmadığını kanımca söyleyemeyiz. Çünkü hala etkisi devam eden bir şiirdir. Divan Edebiyatını baz alacak olursak dokuz yüzyıl süren bir akımın yanında 60 yıllık bir mazisi olan İkinci Yeniye uzun demek yanlış olur kanısındayım. İkinci Yeni şiir anlayışı ağırlıkta demek de zor olur. İkinci Yeni’nin kendi şairleri bile böyle bir akımın içinde görmüyorken kendini bizim günümüzde İkinci Yeni Etkisinde dememiz bile yanlış bana kalırsa. İkinci Yeni o şairlerin birer kitaplık bir devinim olayıdır. İkinci Yeniden sonra özellikle Toplumcu Gerçekçi ve Seksen Kuşağının üzerindedir bugünkü şiir ağırlığı…

Taner CİNDORUK:  İkinci Yeni uzun ömürlüdür çünkü dili bilinçaltına indirgemiştir. Bugün bilinçaltı ya da alt beyin dediğimiz şey üst beynimizden geriye kalan yüzde altmışlık bir bölümdür zaten. Biz her şeyimizi bilinçaltımıza depoluyoruz ve oradan seyrediyoruz kendimizi. Öfkelerimiz, sevinçlerimiz alt beynimizden aldığımız sinyallerin bir uzantısıdır. İkinci Yeni şiirde büyük izler ve gizler bırakmış devasa bir aynadır. Verili dili, mantık örgüsünü vs yadsıyarak farklı sözdizimleriyle şuuraltından anlamlar yaratmayı başarmıştır. Bunu yaparken dildeki resmiyeti de hafif sarsmış ve söyleyişi tamamen bir imge haline getirmiştir. Çok tartışılmış, çok söylenmiştir. Kimi kuramcıya göre simgeci kimine göre imgeci, iktidar karşıtı vs, uzar gider… 



“Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür”

İyi bir örnektir bu şiir …



İkinci yeni gelecek kuşakları da etkileyecektir kuşkusuz… Dili tatlıdır çünkü. Ve şaşırtıcı… Şimdiki genç kuşağın vazgeçemediği en önemli akımdır diyebiliriz. Bunun tek sebebi bizden önceki kuşakların da İkinci Yeni’ye olan ilgisi… Ama ben Toplumcu damardan da beslendim… Adnan Yücel, Ataol Behramoğlu, Nihat Behram, Hasan Hüseyin, Enver Gökçe, Ahmet Erhan, Ahmet Arif, Yılmaz Odabaşı gibi…


Eray CANBERK: “İkinci Yeni’nin etkileri hâlâ sürüyor” desek bence daha doğru olur. İkinci Yeni’nin şiirimize yeni bir anlayış getirdiği kesin. Ne var ki İkinci Yeni şairlerinin “birtürden” (homojen) oldukları söylenemez. Şiir sanatı açısından şiirimize katkıları da yadsınamaz. İkinci Yeni anlayışına yenilikçilik/çeşitlilik olarak bakmak gerekiyor. Son elli yıllık şiirimiz incelendiğinde yenilikçilik/çeşitlilik özelliklerini görüyoruz ama bu “İkinci Yeni şiiri ağırlıktadır” demek değildir bence. Her yeni yetişen/gelen şairin İkinci Yeni şiirine âşina olması doğaldır.


Yalçın AYDINLIK: İkinci Yeni kategorize edilmiş bir dönemdir aslında. Çünkü belli kalıpları olan bir şiir değildir. Şiirin doğal evrim sürecinin bir yansımasıdır. Bu sürecin günümüzde yazılan birçok şiirde hâlâ yaşıyor gibi görünüyor olmasını İkinci Yeni’yle beraber şiirin geldiği yerin doğru olduğunun göstergesidir.  Kapsayıcı, geniş bir yelpazesi vardır İkinci Yeni’nin;  Cemal Süreya, Edip Cansever ve Sezai Karakoç gibi fikirsel olarak ayrı duran şairleri de kapsar,  Islarla ben onlardan değilim, diyen Atilla İlhan’ı da.


Özkan MERT: İkinci yeni şiirinin uzun ömürlü olduğunu kim söyledi size.?  Aslında İkinci yeni diye bir şiir hareketi olduğunu bile söylemek mümküm değildir. Çünkü bir Cemal Süreya ile Ece Ayhan, İlhan Berk ile Turgut Uyar arasında, bir Çin şairi ile Meksikalı şair arasındaki farktan daha çok fark vardır. Kim İkinci yeni? İkinci yeni, şiir politasının yanında şiir işçliğiyle de birbirine hiç benzemeyen bir şairler topluluğundan başka bir şey değildir. Şiirin uzun ömürlülüğü, en az 50 yıl sonra anlaşılır.


Günümüzde ,global sermayenin parçaladığı değerlerin altında kalan, yeni değerler oluşturamamanın bunalımıyla çırpınan kalemdaşların bir şiir anlayışı olduğunu sanmıyorum. Elbette her zaman ve her koşul altında, çok önemli şairlerimiz var ve hep var olacaktır, şiirleri 100 yıl sonrada okunacak.

İyi şiiri bunlar taşıyor geleceğe. 

Tahir ABACI: İkinci yeni bir anlayış değil, modern şiire bir toplu yöneliş hareketidir. Uzun ömürlü olan bu durumdur, başlayıp süren bir akım değil.

Maksut KOTO: Edebiyatımızda bir çok dönemler yaşandı. Örneğin; divan edebiyatı, halk edebiyatı, Tanzimat dönemi edebiyatı… Sizce, her dönem kendine düşen görevi yerine getirebilmiş midir? Bir sonraki dönem, bir öncekine göre daha mı gelişmiştir?




Mehmet Sadık KIRIMLI: Bu soruyu, anlaşılır bir düzeyde açıklayabilmek için, Tanzimat dönemi edebiyatından başlamak üzere, günümüz edebiyatına gelecek şekilde bir yolculuğa çıkmak gerekir. Çünkü, Osmanlı toplum düzeni, Batı’daki gelişmekte olan sınıfın, yani burjuva sınıfının oluşturduğu yeni kavramlara ve düşünce sistemlerine tümüyle yabancıydı. O nedenledir ki, edebiyatı da Batı’ya göre gelişememişti. Tanzimat hareketiyle Batı’ya açılan pencere, toplum yaşamında olduğu gibi, edebiyata da gelişimi sağlamış oldu. Üst üste yapılan çeviriler, yazın insanlarının ufuklarının aydınlanmasına yol açtı. Düşünce özgürlüğünün çok yüzeyde kalışının, derine inemeyişinin bu tarihi nedeni yanında, bir başka nedeni de, gerekli düşünce birikiminin olmayışıydı. 



Bu açıklamadan sonra, konuyu irdeleyecek olursak, şu olgulara varırız ; haliyle, divan edebiyatından sonra Tanzimat edebiyatıyla düşünce farklılığı hayli gelişmeye başladı. Halk edebiyatında pek bir değişme olduğu söylenemez. Çünkü onların geleneksel yapıları, ( halk ozanları varlığıyla) kendi olguları içersinde ilerliyordu. Türk Edebiyatında asıl gelişim, Cumhuriyet dönemiyle başlar ki, bu da kuşak dönemleriyle bugünlere erişimi sağlamıştır. Kuşkusuz her dönem, kendinden sonraki dönemin hazırlayıcısı olmuştur. Edebiyatta bunun örnekleri çoktur.

Özkan MERT: Her dönemkuşkusuz, kendince en iyi en güzel olanı yapmaya çalışmıştır. Hiç bir dönemin, kendi döneminin tam olarak hakkını verdiğini söylemek  mümkün değildir. Her dönem içinden tek iyi bir şair çıkarmışsa bu bile büyük bir şeydir. Edebiyat dönemleri, yapıtlarıyla geleceğe ne kadar  önemli sinyaller vermişlerse o kadar önem kazanırlar.


Zeynep ALİYE: Dönemler bir misyonla ne de hedef belirlenerek yola çıkılmış süreçler değil ki. Ayrıca hiçbir dönem bıçakla kesilmiş gibi bitmez ya da başlamaz; geçirgendir. Yeni dönem, eskinin içinde filizlenir. Bu, aynı zamanda diyalektik bir doğrudur. Kaldı ki hem divan edebiyatı hem halk edebiyatı içinden ürünler veren ya da aynı üründe her iki anlayışı birlikte kullanan şairlerimiz olmuştur. Örneğin aruz vezniyle halk edebiyatı formunda ürünler vermeyi deneyen, ya da hece vezniyle gazel formunda yazan isimler sayabiliriz.

Dönemlerin üzerlerine düşen görevi yerine getirmeleri konusuna gelince… İnsanlığın insan olma, uygarlaşma macerası birbirine geçişli dönemler olarak görülmelidir.  Olgunlaşması tamamlanmamış bir süreçten sağlıklı bir doğum beklenemez.  Örneğin divan şiirinin olgunlaşması için 13. yüzyıldan 18. yüzyıla dek bir zaman geçmesi gerekmiştir. Ancak bu süreçten sonra divan şiiri, İran ya da Arap edebiyatının bir uzantısı, taklidi olmaktan çıkıp özgün kimliğine kavuşmuştur. Sonuçta Cumhuriyet dönemi şiirimiz hem divan şiirimizin, hem halk şiirimizin ya da tekke edebiyatının temelleri üzerinde yükselmiştir.

Eray CANBERK: “Halk edebiyatı” dönem olarak değerlendirilmemeli, kısıtlanmamalı bence… Edebiyatta “dönem” nitelemesi edebiyat tarihi açısından bir değerlendirme. Dönemler içindeki şair ya da yazarlar için “görev” nitelemesini yapabilir miyiz? Sanmıyorum… “Görev”den çok şairin ya da yazarın “edebî” değeri söz konusu olabilir olsa olsa. “Gelişmişlik” konusu da tartışma götürür. “Dönemler” söz konusu olsa bile edebiyat ya da şiir sanatıyla ilgili bir dönemin bir öncekinden gelişmiliği ya da gelişmemişliği söz konusu edilemez gibime geliyor. Biraz yapmacıklı olacak ama şiirde ya da sanatta “parlak” ya da “sönük” dönemlerden belki söz edilebilir.

İlker İŞGÖREN: Kanımca Edebiyatımızda bütün dönemler bir görev olarak bakmadı şiire. Her dönem kendi süreci içindeki koşullara göre eserlerini verdi. Bana göre her dönem kendi ihtiyacına yönelik gelişti ve geliştirildi. Basamak olarak görebiliriz. Biten her dönem yeni başlayan döneminin bir ayağını karşıladı. Ve yavaş yavaş dönem belirlenmeye başladı. Her dönemin içinde yetişen, sivrilen şairler olduğu kadar, adı günümüze hiç kalmayanlarda oldu. Zaten mantıken bir gelişme olmasaydı bu kadar akım da olmazdı. Doğal olarak, evet her dönem bir öncekine göre daha da gelişmiştir

Nihat BEHRAM: Geleneksel Halk Kültürümüzde de, yazılı dönem kültürümüzde de, her dönem yetişmiş çok değerli sanatçılar da var, kaybolup gitmiş olanlar da. Kaybolup gitmiş olanlar kuşkusuz ki çok fazladır. Yani, Yunus, Kaygusuz, Dadal, Karacaoğlan gibi ozanların yaşadığı çağda binlerce başka ozan vardı. Karacaoğlan neden kalmış? Çünkü çok büyük bir ozan… Sevda değerini o derece derinleştirmiş bir ozanın daha yeryüzüne geldiğini sanmıyorum. O ölümsüz olmayacak da kim olacak? Önce de söyledim. Havadan mı düştü Karacaoğlan? Ruhunu kendinden öncekilerden emzirdi. Her dönemin iyileri ve kötüleri vardır. İyiler birbirine eklenir, kötüler kaybolur. “Bir sonraki daha iyi” olacak diye bir kural olmaz. Yunus büyük bir ozandır. Ondan dört yüz yıl sonra yaşamış Karacaoğlan da. Hangisi daha iyi diye bir soru saçmadır. İkisinin döneminde de sonrasında da iyi şairler de olmuştur, kötü şairler de. Kayboldukları için onlar kimdir, nedir, ne yazdılar bilmiyoruz. Yazılı dönemdekileri bilme olanağımız daha fazla. Sözgelimi Tevfik Fikret bence yine bu coğrafyanın gelmiş geçmiş en büyük şairlerinden biridir. Nâzım dâhil, kendinden sonraki şairlerin ustası atası değerindedir. Önce de söyledim: Fikret’in yokluğunda Nâzım’ın varlığı düşünülemez.

Hüseyin YURTTAŞ: Her dönem, şiir geçmişimiz için önemlidir ve bizim birikimimiz içindedir. Onlara dikkatli bakmamız ve değerlerimiz olarak yakından bilmemiz gerekir. O dönemlerden geçe geçe bugüne geldik. Onlar, merdivenin önceki basamaklarıdır. Bunu iyi değerlendirmek gerekir. Ben bunlar içinde Tanzimat şiirini, bir geçiş şiiri olması, bir arayışın ürünlerini ortaya koyması nedeniyle en çok fire veren dönemlerden biri olarak görürüm.  Keza Milli Edebiyat akımı da, Osmanlı’nın dağılma sürecine ivme kazandıran milliyetçi akımlara karşı  Türk milliyetçiliğine sarılmak anlamında başka bir arayış dönemidir.  Bunlar üzerinde aslında geniş geniş durmak gerekir. Servit-i Fünun edebiyatı, bir bileşim çabası olarak değerlendirilebilir örneğin. Hızlı tarihsel ve kültürel değişim süreçlerinin yarattığı zorunluluktan ötürü, o dönemlerin şiiri kimlik arayışlarının şiiridir. Henüz biri  kendini bulamadan, bir öteki onun yerine geçmiştir.  O dönem şiirlerini okumak, şairlerine ve yaşamlarına göz atmak, bana her zaman acı vermiştir. Zamanlarının kurbanı olmuş pek çok yetenek var çünkü o dönemlerde.

Yalçın AYDINLIK: Evet, bu değişimleri gelişim olarak görmek mümkün. Daha önce de sözünü ettiğimiz gibi şiir, bir sabah evinden çıkıp ben geldim diyen bir şey değildir.  Bu sabahın gecesinden gelir, ondan beslenir. Şiirin dilini ve anlayışını yaşanılan dönemin siyasal, ekonomik ve sosyolojik yapısı belirler. Şu anda yer yer kimi şiirlerde izleri görünüyor olmasına rağmen bir Divan şiirinden söz edemeyiz. Ama günümüz şiiri bu saydığımız şiirlerin üzerine inşa edilmişlerdir. Yarının şiiri de bugünün şiirinin üzerine kurulacak. Bu şiirin doğasında var. Bir önceki şiiri yadsırken bile şiir, o yadsıdığı şiire ihtiyaç duyar.

Oğuz TÜMBAŞ: Her edebiyat hareketi, kendinden sonra  gelen edebi çalışmalara olanak sağlamıştır. Geliştirmiştir. Her dönem kendine özgü bir şiirin ortaya çıkmasına da fırsat vermiştir.  Ayrıca her dönemin  ortaya çıkardığı özgün şairleri de  unutmak olası değildir.  Divan şiiri, halk şiiri, Tanzimat dönemi edebiyatı gelişmesini, aşama yapmasını, yenilenmesini kendinden önce olanlara borçludur.

Eskisi olmayanın yenisi olmaz sözü eskimiş giysilere göre söylenmiş olsa da bunu edebiyattaki gelişmelere uyarladığınızda da eskisi olmadan yeninin ayrımına varmak, yenileşmek, yenileştirmek mümkün değildir.
     
Her dönem kendine düşen görevi yerine getirmiş midir sorusu, bence her zaman doğru değildir. Başarılı olduğu dönemler de vardır; başarısız kaldığı, kısa sürede silinip gittiği, cılız bir dere gibi suyunun tez zamanda kuruduğu  dönemlerde…
       
Şöyle geriye dönüp bir bakınca, şiirimizin geçirdiği evreleri, dönemeçleri anımsayınca, aslında şiirde çok güzel gelişimleri yaşadığımızı anlıyor insan. Dünü, geçmişi bilmeden, bugünü oluşturmak, geleceğe dönük olumlu adımlar atmak olanaklı mıdır? Elbette değildir. Eğer Divan edebiyatını, Tanzimat dönemini, Edebiyat-ı Cedide’yi, Milli Edebiyat hareketini, Beş Hececileri, Yedi Meşaleyi, Garip hareketini, İkinci Yeni’yi yaşamasaydık, şiirimizdeki o varsıl güzellikleri nasıl görebilirdik, nasıl izleyebilirdik. Bence geçmişten geleceğe uzanan bu çizgi, bu ivme şiirimiz adına  kazançtır.

Sennur SEZER: Hiçbir şiir döneminin görev yüklenerek başladığına inanmıyorum. Eksikler, yanlışlar belirlenir. Bazen bir de bildiri (Elbet divan ve halk şiirinde değil.) Ama bu dönemler de başarı bunlara bağlı değil. Şiirin dönemleri birbirini tamamlamaz çoğunlukla. O yüzden şiirin biçim, dil, söyleyiş biçimini değiştiren şair ve akımlardan söz edilebilir.


Taner CİNDORUK: Bazı akımlar ülkede bir savaşın bittiği veya bir devrimin yapılıp bittiği döneme tekabül etmiş. Cumhuriyet dönemi şiiri de zengindir, Tanzimat da, Garip de… Çünkü o dönem ilgi görmüş ve bir çok şairin sonraki kuşaklara heyecan verdiğini düşünürüm. Bu heyecan önemlidir. Bazıları heceyi kullanmış bazıları serbest nazım… Görülen o ki, tarih hiçbir akımı yadsımıyor… Ahmet Muhip Dıranas unutulur mu…10 Nobel şairine bedeldir şiiri benim için…Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, (ki başlı başına bir okuldur Yahya kemal) Ahmet Kutsi Tecer, Necip fazıl Kısakürek, Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı Tarancı. Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Orhan Veli Kanık, Oktay Rıfat Horozcu, Behçet Necatigil, Cahit Külebi, Sezai Karakoç, Atilla İlhan… Bu şairler Ürdünlü mü… Bunlar Türkiye’de Türkiye şiirleri yazmış ve bir döneme damgasını vurmuşlar… Cumhuriyet dönemidir bu. Öncesi sonrası vardır bu dönemin hepsi o… Ama dönem olarak Cumhuriyet dönemidir. Her şiir akımı döneminde olduğu gibi bugün bile değerini koruyor bana göre… Ben okuyorum çünkü bu şairleri… İkinci Dönem Tanzimat şiirinin bireyci, realist ve gözlemci şiiri önemlidir mesela. Servet-i Fünûn edebiyatının oluşumuna esin kaynağı olmuş… Bırakalım şiiri, Türkiye’de batılı anlamda ilk tiyatro metni Tanzimat döneminde yazılmış ve sahneye konmuştur. Şinasi; Şair Evlenmesi… Bunlar önemli…Tanzimat dönemi edebiyatı çok önemlidir…


Tahir ABACI: Kuşkusuz öyledir. Hayatın gerekleri dönemden döneme nasıl değiştiyse ve bir anlamda ilerlediyse şiir de değişim geçirmiştir. 

Haydar ERGÜLEN: Görevse, yerine getirilmiştir şu ya da bu ölçüde. Ama zaten Divan şiiri, halk şiiri, tasavvuf şiiri ve diğerleri öncü şairleriyle şiirin sürekliliğini sağlamışlardır. Gelişme, ilerleme, başarı gibi sözcüklerin ve kavramlarınsa şiirde ve şiir değerlendirmesinde yeri yoktur, olmamalıdır. Şiirin bir önceki şiire itirazlarla yürüdüğünü de unutmazsak, her dönemin şiiri bir önceki dönemin öncü şiirini hem açarak hem de aşarak yazılmıştır, yazılıyor. 

Maksut KOTO: Bir çok şairin siyasi kimlikleriyle popüler olduğu bilinmektedir. Sizce, siyasi kimliğe sahip olmak şiire zarar verir mi?

Tahir ABACI: Salt siyasi kimliğiyle popüler olmuş şair sayısı sanıldığı kadar fazla değil. Şair aynı zamanda nitelikli şair ise popüler olması bir anlam ifade eder. Şiirde belli bir nitelik düzeyine sahip ise  o  şaire siyasal bakış açısı farklı olan gerçek okurlar da saygı gösterecektir, göstermektedir.   

Hüseyin YURTTAŞ: “Siyasi kimlik” dediğiniz zaman, dünya görüşü olarak her şeye diyalektik olarak bakabilen, ezilen ve sömürülen insanların/halkların/ulusların yanında yer alabilen, bunun için kavga veren şairlerden söz ediyorsak; elbette öyle bir siyasi kimlik, şiirin işlevi ve şairin var oluş nedeni olarak, onun duruşunu belli eden muhalif dediğimiz kimliğinin temelini oluşturur. Bunu yapmayıp da, kişisel çıkarları için atmadıkları takla bırakmayan, onu bunu etekleyerek siyaset sahnesinde de arz-ı endam eden, siyasi kimliği gerçekten varmış gibi türlü yavelerle hava atarak saygınlık edinmeye çalışanlar ise ilk bakışta pek belli olmasa da, iplikleri eninde sonunda pazara çıkacak olan şarlatanlardır. Şairin, şair kimliğine yakışan,  aydın sorumluluğunun bir gereği olarak ortaya koyacağı her tavır ve her şiir, insanlığın aydınlık tarihi için mücevher değerdeki taşlardan biri olacaktır kuşkusuz.

Haydar ERGÜLEN: Bu tabii tartışmalı bir iddia ve sorunlu bir yorum. Politik şiir tüm dünyada çok büyük şairler çıkarmış bir şiirdir. Mayakovski’den Neruda’ya, Lorca’dan Aragon’a, Adonis’ten Paul Eluard’a, Nazım Hikmet’ten Sezai Karakoç’a, Ataol Behramoğlu’ndan İsmet Özel’e, küçük İskender’den Orhan Alkaya’ya, Akif Kurtuluş’tan Şükrü Erbaş’a, Ahmed Arif’ten Ece Ayhan’a, Ahmet Telli’ye… Sanıyorum bu saydığım isimler, siyasi kimliğin ya da politik şiirin o şaire ve şiire zarar mı verdiğini yoksa okura, topluma ve hayata yarar mı getirdiğini yeterince ve açık bir biçimde yanıtlıyor, anlatıyor…

SENNUR SEZER: Siyasi kimliğinizi nasıl taşıdığınıza bağlı… Partili şairin kimseye zararı yok, şiire de. Ama parti şairi hem şiire zarar hem partiye... Partili şair Nâzım Hikmet, Parti şairi Behçet Kemal...

Oğuz TÜMBAŞ: Çağdaşlık, aydınlanma, aydınlatma, tutarlı ve düzeyli olma, muhalif durma, tepki verme sorumluluğu taşıyan şairin siyasetten  geri kalması beklenemez. Şiirin kurulu düzene karşı çıkması şairin doğasına uygundur. Şair, toplumun dertlerinden, sıkıntılarından, sorunlarından  uzak duramaz; onu şiirine taşır. Doğrudan doğruya siyasal bir kimlikle ortaya çıktığı da olur; yaşamıyla düşüncesini bütünler, şiirlerine  aktarır.  
       
Siyasi kimliğe sahip olmak bir hak, bir sorumluluktur. Geçmişte de günümüzde de siyasal kimlikleri bilinen, parti içi çalışmalarda bulunan bir çok şair vardır. Özellikle 1940’lı yıllarda toplumcu gerçekçi şiirleriyle tanıdığımız şairler siyasi kimlikleriyle de tanınmış, bu yüzden tutuklanmış, sürgüne gönderilmiş, işkence görmüş. Tüm bunlara karşın şiirlerinden ödün vermemişler, ancak popülist de olmamışlardır.
       
Siyasal şiirde değişim Nâzım’la başlar. Yaşamının sonuna değin bir devrim düşüncesini üstlenen Nazım, bunu sonuna değin götürmek yürekliliğini de gösterir.  Nâzım Hikmet, şiirini yaşamıyla doğrulamış bir şairdir. Devrim düşüncesiyle şiirsel yük iç içedir onda. Sevda şiirlerinde, kavga şiirlerinde şiiri hiçbir zaman sloganlaştırmaz, popülist bir tavır sergilemez.
       
Geçmiş dönemlerde siyasal kimlikleriyle de  öne çıkmış, özellikle tek parti döneminde devletçe de desteklenmiş , milletvekilliği ile ödüllendirilmiş şairleri de biliyoruz. Eğer siyaseti halktan, emekten, gerçeklikten, toplumculuktan yana onurla yapıyor ve sürdürüyorsanız, hele de şairseniz bu özellikler, algılamalar, düşünceler şiirinize de egemen olacaktır elbette.
       
Böyle düşününce siyasi kimliğin şiire zarar değil yarar sağladığını da göz ardı etmemek gerektirir. Şair siyasi kimliğini şiirde bildiri gibi, slogancı bir tavırla, kullanıyorsa, şiirini siyasetin buyruğuna veriyorsa, yavanlığa düşüyorsa, bu kuşkusuz şiirin de başını yiyecek demektir. Bu bağlamda şiire zarar verir.

Yalçın AYDINLIK: Her insanın dünya görüşü, politik bir duruşu vardır ve bunlar yazdıklarına yansır. Şair kendinde olanı verir zaten. Buna yarar ve zarar açısından bakmak olayı eksik algılamaktır. Şair dünya görüşünü yaşamının merkezine koymuşsa yaşadıklarına paralel olarak yazdıkları da politik bir söylem içerir, değilse olmaz. Buna doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü penceresinden bakmamak lazım. 

Mehmet Sadık KIRIMLI: Siyasi kimlikle, edebiyatçı kimliği apayrı şeylerdir. Bana göre, bunları birbiriyle karıştırmamak gerekir. Siyasi kimliğin ardından gelen bir takım beklentiler, çıkar hesapları, şiirin özgür yapısına terstir. Hiçbir zaman çıkar hesapları yapılarak şiir yazılmaz; yazan da, şair değildir bana göre… Buna en iyi yanıtı, klasik çağa dönerek vermek gerekir.  Şiir, klasik çağda bir düşünceyi, bir duyguyu en ince, en çekici bir anlatımla dile getirme aracıydı. Çünkü, ezilen halk, derdini, düşüncesini başka türlü anlatamıyordu krala ya da imparatora. Şiir, bu nedenle aracıydı, o çağlarda.  Daha sonra şiirin, var olan özgür düşünce yapısı ortaya çıktı, günümüze kadar da bu düşüncelerle geldi.  Elbette ki, siyasi kimlik taşıyan bir şair, şiirin özgür yapısına gölge düşürecektir. Bu gölge de, şiire zarar verir…

Zeynep ALİYE: Bir şiir öz ve biçem gibi içsel ve dışsal özellikler toplamından oluşur.  Onların birbiriyle oluşturdukları uyumlu ve birbirini tamamlayan bütündür şiir.  Ayrıca yazıya dökülen düşünce veya duyguların şiir olup olmadığını belirleyen genel ölçütler arasında şairinin siyasi kimliğe sahip olup olmamasıyla ilgili bir maddenin yer almadığını biliyorum. Ayrıca dünyamızda şair kimliğinin yanı sıra siyasi kimliğiyle de öne çıkmış Nazım Hikmet, Ahmed Arif, Enver Gökçe, İsmet Özel, Sezai Karakoç gibi örnekler mevcut.

Unutmamalı ki şiir, sübjektif bir üretim ve yaratım sürecidir; şairinin dünya görüşü ister istemez şiirinin dokusunda gizlidir. Esas olan, şairin siyasi görüşünün, bu ister sol ideoloji ister siyasi İslam yandaşlığı olsun, şiirinin en önemli belirleyicilerinden biri olarak ortaya çıkmamasıdır. Zaten güçlü şiir buna izin vermez. 

Özkan MERT: Şairin şiiri ile siyasi kimliği arasında çok ince ve doğru bir denge olmalıdır. Kısaca, şairin ideolojisi ve siyasi kimliği, balık denizin içinde neyse o olmalıdır. Hiç kimsenin ‘Denizin içinde neden balık var?’ dediğini duydunuz mu ?




İlker İŞGÖREN: Bunun acısını özellikle 40 kuşağı şairleri fazlasıyla çekmiştir. Şiirimizin acı kuşağı olarak da bilinir 40 kuşağı şairleri. Rıfat Ilgaz, Arif Damar o dönemin acısını iliklerine kadar yaşamış şairlerdir. Bu ustalar bir şeylere inandılar. Ve inandıkları şeylerle yaşamaya çalıştılar. Ve büyük acıları onlara büyük şiirler yazdırdı. 

Ayrıca neden zarar versin ki Nazım Hikmet siyasetten yatmasaydı bugün bu kadar duyulabilir miydi? Nazım Hikmet özellikle bir şair olduğu kadar kimimiz için Küba’da Che neyse o konuma gelmiştir. Siyasi kimliği de kitaplarının okunmasında etken olmuştur.

Başka bir açıdan yaklaşmamız gerekirse şiir siyaset ile iç içedir zaten. Yazma nedenlerimizin içinde çoğumuzun ideolojik duruşu ve düşüncesi yatmıyor mu? Şiiri insan için yazdığımıza göre ve insanlara yanlış olan bir şeyleri göstermek için şiiri alet ettiğimize göre siyasetten uzak bir şiir yazıyorum ya da yazıyoruz demek şiire ve kendimize edebileceğimiz en büyük haksızlıktır. Hakan Sipahi’nin Cemal Süreya Şiir ve Siyaset yazısını okuduğunuzda Cemal Süreya’nın; “Şiir dünyayı değiştirmenin araçlarından biridir. İnsan, şiirle ‘yeri ve formülü’ bulacaktır. Şiir, insan bilincini daha ilerde bir yere atacak, insana yeni duyumlar, yeni nitelikler kazandıracaktır. Var mıdır böyle bir hayat? Vardır böyle bir hayat. Olacaktır. Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovski’nin kendine kıymadığı, Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir hayat.” Görüsü bana göre de önemlidir.

Yine aynı yazıda Hakan Yirik’in Cemal Süreya’yı anlatırken imlediği şu sözlere katılmamam mümkün değil; “Tanzimat, Namık Kemal’de var olmuştur. Namık Kemal, sosyal şiirlerinde siyasal konuları herhangi bir öge gibi kullanırken, aşk şiirlerinde geleneğe bağlıdır. Şiirinde siyasal bir girişim içinde değildir. Siyasalı ayrıntılarına kadar veren Fikret’in şiiri, siyasal söylemin altında ezilmiştir. Mehmet Âkif de ayrıntılara iner; ama günlük olayların ayrıntılarında soluk almayı tercih etmiştir. Siyasal bir yönsemeye girmez. Yahya Kemal, Osmanlı duyarlılığına dayanır ve şiirlerinde siyaseti dolaylı yollardan işler. Bu şairlerin yanı sıra Necip Fazıl, Ziya Paşa, Süleyman Nazif, Hüseyin Siret, Rıza Tevfik vb. kendi dönemlerinde siyasal şiire yönelmişlerdir.

Süreya, Türk şiirinde siyasal tavrı incelerken şu tespitte bulunur: Siyasetçiler ile aynı dönemde siyasetle uğraşan şairler birbirlerini tamamlamışlardır. Yani şair, ülkedeki siyasi havayı desteklemiştir.

Namık Kemal, Tanzimatçılardan farklı düşünmez. Fikret, dönemindeki Meşrutiyetçilerle birliktedir; yeni değerlere sahip çıkar. Cumhuriyet şairi, rejimin ilk döneminde, Atatürkçü düşünce ekseninde hareket eder: “Cumhuriyet şiirinin 1940’lara kadar uzanan dönemi devrimci olmaktan çok, onaylayıcı bir nitelik taşır.”

Siyasal şiirde değişim Nâzım Hikmet’le başlar. Nâzım onaylamaz, sorgular. Tasdikçi değil, devrimcidir. Hayatıyla devrimi yaşarken düşüncesini şiirleriyle işler. Diğer şairlerdeki düşüncenin havada kalışı yoktur onda. Süs ve biçim olarak kalmaz. Şiirin can damarı olur. Ama bu can damarı sıcak ve usta bir dille işlenmiştir:

“Nâzım Hikmet’in önemi şurada: Bir devrim düşüncesini toptan üstlenmiş ve sonuna kadar götürmek cesaretini göstermiştir. Nâzım Hikmet, şiirini hayatıyla tam doğrulamış bir şairdir. Ama daha önemlisi siyasal tutumdaki birçok şairin aksine, hayatını şiiriyle eksiksiz bir planda doğrulamayı da bilmiştir. Devrim düşüncesiyle şiirsel yük müthiş bir bütünleme içindedir onda. Ve bu bizim şiirimizde Nâzım Hikmet’e kadar rastlanmayan bir özelliktir.” Tam bu noktadan bakıldığında şiirin yapısı gereği ideolojik bir eylem olduğunu belirtmek de fayda var. Senin soruna bu pencereden bakılması gerektiğinde gerçek şiir için hayatlarını feda etmiş insanların bunu belirli bir popülerlik kazanmak için yapacağını düşünmüyorum.

Nihat BEHRAM: Siyasi olmayan şey yoktur. Her düşünce her davranış bir siyasi yansımadır. ‘Siyasetle ilgilenmiyorum.” sözü de bir siyasettir. Şairi, güncel siyasete yaklaşımıyla değil; şiirinin hayata yaklaşımı, hayatı kavrayışı, yorumlayışı ve yansıtışıyla değerlendirmek gerekir. Kişi olarak kendisinin ne dediği beni ilgilendirmez, önemli olan şiirinin neyi nasıl dediği... Özü ne? Mahzunun, masumun, mazlumun sesi mi; zalimin haksızın, kabanın sesi mi? Sevgi, şevkat, özlem, acı, direniş, umut gibi insani değerleri şiirinde nasıl yontuyor? İnsandan yana mı, insana karşı mı? Bunları dile getirişteki sanatçı kalitesi, yaratıcı gücü ne? Karacaoğlan dedim. Sevda gibi yüce bir değeri, pornonun “p”sine düşmeden erotizmin doruğunda dolaşarak derinleştirmiş; insandan yana yontmuş. Şimdi onun sesi aşk, sevda diye yozluğu, pornografiyi pompalayan kapitalizmin, burjuva ahlakının anlayışlarına karşı bir siyaset içermiyor mu? Demek istediğim, “siyaset” çok dar sınırlar içinde bir şey değildir. İnsandan yana ve insana karşı olma boyutuyla sınırsızdır. Sanatı sanat yapan en yüce değer, insandan yana olmasıdır ki, bu da siyasetin alâsıdır.

Taner CİNDORUK: Siyasi kimlik niye zarar versin ki şiire. Şiir kuş dili bir dil değil ki. Onun da siyasi ve benzeri mitleri vardır kendi içinde. Siyasi kimliğiyle şiir anlamında üretken olamayabilir. Ama olabilir de… Kişiseldir. Şiir kişisel çabaların ürünüdür. Şiir çok ayrıksı bir alan değil. Bugün milletvekili olan bir futbolcu kendi futbol anlayışına veya sevgisine zarar vermediği gibi şair de şiirine zarar vermez… Şiir sende varsa vardır… Şiiri yazmasan bile emin ol, şiir seni yazar bir yerde… Seni yazar derken, şiirin yokluğu seni rahatsız eder ve düşünür yazarsın. Yazmak, sende bir yaşam biçimi halini almışsa olur bütün bunlar. Öteki türlü bakkal da işletsen olmaz. 

Eray CANBERK: Bir şairin siyasal kimliği değil de siyasal görüşü, daha doğrusu dünya görüşü ya da belli bir duruşu olması “popüler” olmasında etkili olabilir. Önemli olan şiir sanatı açısından değerlendirilmesidir. Şiir sanatı açısından önemsenen biri olmasıdır. Ne yazık ki böyle olmuyor. Söz gelişi ve bana sorarsanız, dünya görüşleri birbirine zıt olmasına karşılık Nâzım Hikmet ile Necip Fâzıl buna örnektir. Dünya görüşleri ve kişilikleri ayrıca irdelenebilir ama şair olarak ikisi de önemlidir. Sorudaki deyişle “siyasi kimliğe sahip olmak” şiire/şiirine zarar vermez, diye düşünüyorum. Ayrıca burada “Zarar verir mi?” yerine “Şiirini şiir olmaktan çıkarır mı?” demek daha yerinde olur gibime geliyor.  


Maksut KOTO: Şiir,  dünyanın en büyük ve en eski mirasıdır diyebiliriz. Siz, bu mirasa (şiire) yeterince sahip çıktığınıza inanıyor musunuz?



 
Oğuz TÜMBAŞ: Şiir gerçekten insan yaşamına sunulan en varsıl miras, en güzel hediye, en anlamlı ödül... İnsanlık kadar eski bir tarihe, geçmişe sahip olan şiirin yaşamımızdan silinmesi yok olması mümkün müdür?
       
İnsana sunulan bu anlamlı sanatı savunmak, sahip çıkmak şairin de asal görevidir. Ben de aynı kaygıları taşıyorum. Gücümün, bilgimin, düşümün, algımın erimince şiirime sahip çıktığımı sanıyorum. Elbette bunu tek tek yapmak ne denli etkili olur, onu da tartışabiliriz.  Örgütlü olmanın yararına inanırım. Örgütlü olmanın sorumluluğu ve işlevi gereği, edebiyat-sanat derneklerinin de görevi bu yönde olmalı diye düşünürüm.
       
Şair kişi sorumluluğunu bilinçle, inançla yerine getirmek,  yazmak, üretmek, sunmak durumundadır. Hepimiz bu anlayış ve düşünce içinde davranırsak, şiirimizin de daha ileri boyutlara taşınması zor olmayacaktır.  

Nihat Behram: Ben ne söylesem boş! Bunu, yazdıklarıma ve bu alandaki yaptıklarıma bakarak başkaları değerlendirebilir. Hayatım gibi çok önemsememiş olsam şiir yazmazdım. Hayatı gibi çok önemsediği bir şeye insanın çok özenmesinden doğal ne olabilir? Ya da insanın sesini ve duygusunu emzirdiği yüce şairlerin yüce şiirlerini en büyük mirası sayması... Bu mirası koruma uğrundaki çabaya gelince tabii ki yeterli değil? Şimdi atam Yunus ve Kaygusuz’un sansür edildiğini duyunca çıldırdım. Ama öfkemi bir yazıyla halka duyurmaktan ve insanları bu alçaklığa karşı mücadeleye çağırmaktan başka da yazık ki elimden bir şey gelmiyor. Şunu da çok açıkça söylemeliyim: Şiirin olmazsa olmazı nedir? Şimdi şurada bir çocuk can çekişiyor ve diyorlar ki, şiiri bırak kurtulacak! Kalemi anında orada kırarım.    

Zeynep ALİYE: Şiir, dünyanın en büyük ve en eski mirasıdır diyebilir miyiz? Bence şiir; resim, dans ve müzik gibi en eski sanatsal üretimlerden biridir. Soruyu belki de şöyle sormalıyız: Bugünün insanı kültürel mirasına, ana dili dâhil olmak üzere sahip çıkıyor mu?  Ana dil katlediliyor, kitaplar yasaklanıyor, yazdıkları şiirlerden, romanlardan ötürü insanlar tutuklanıyor, sorgulanıyor. Çocuklarımız,  anadil bilincinin gelişeceği çağda yabancı dille eğitime tabi tutuluyor. Çeviri yapıtlar almış başını gidiyor. Televizyonlarda bir tek şiir programı yapılmıyor. Kültür Bakanlığınca sinema ya da TRT’ye verilen desteğin yüzde biri bile edebiyat için sağlanmıyor. 

Ülkemizdeki sanatsal üretimin genel manzarasında da durum farksız değil: Venedik Sarayı gibi tarihi yapılar fütursuzca yıkılıyor.  Galatasaray Üniversitesinin olduğu tarihi binanın başına geleni gördük. Haydarpaşa gibi, hatta AKM gibi kentin belleği olan yapılar ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.  Topkapı sarayının arka bahçelerine gidin tam bir mezbelelik. Arkeoloji Müzesi’nin ya da Dolmabahçe’nin bodrumlarında binlerce el yazması çürümeye bırakılmış. Yağlı boya tablolar, heykeller ahlakı bozuyor diye çarşaflanıyor, parçalanıyor.  Müzeler talan ediliyor. Oysa sanat bir büyük gövdedir. Resmin zarar gördüğü yerde edebiyat da zarar görmüş demektir.  Kendi adıma şunu söyleyebilirim: Keşke iş, benim sahip çıkmamla bitmiş olsaydı.

Özkan MERT: Tüm yaşamım bu mirasa sahip çıkmak için mücadele ile geçti.

Taner CİNDORUK: Bu soruya kitabımın iç kapağında yer alan bir yazıyla cevap vermiştim… Dilersen aktarayım;

İç ve dış etkenler var. Evdekiler ve sokaktakiler, vesaireler… Şiir günahlarımın kefaretiydi eskiden. Şimdi yalnızca bir tutku. Kendimi bu anlamda şanslı görüyorum… Evet, her şiirimde belli bir odak noktası var. Soyut olan ne varsa somutlaştırabilirim. İlkin kokusu gelir. Sonra çağırır beni… Esasında şiir gelmez, çağırır. Beni çağıran bir şiir var… Hayatta bunu en iyi yapan iki şey var: Aşk ve ölüm… Şiir beni çağırdığı zaman belli bir odak noktası oluşuyor zaten. Yaşanan ve yaşanacak olan, an, mekân/mekânsızlık, yol, sezgi, bir şeyin tavrı, ayrışma, hayret, özgürlük, geçişler…”


Haydar ERGÜLEN: Düşüncenize katılıyorum, şiir büyük ve eski bir mirastır, tıpkı insan gibi. Hatta daha da ileriye giderek, şiir insanla birlikte dünyaya gelmiştir diyorum. Artık şiir mi insana bir armağandır yoksa insan mı şiire, orasını pek bilmiyorum ve doğrusu pek de ilgilenmiyorum. Bir bakıma şiiri insan, insanı da şiir olarak görüyorum. O zaman bu mirasa herkes gibi, ister şiir yazsın ister şiir okusun, ister şiiri yaşasın, ezcümle doğasında, içinde şiir taşıyan herkes gibi sahip çıkmaya çalışıyorum.

Eray CANBERK: Ben kendi adıma elbette yeterince sahip çıktığıma inanıyorum. Bütün şairler için de durum aynıdır. Şiire sahip çıkılmasaydı “şiir” yaşayabilir miydi? Dünyamızın şu anda içinde bulunduğu iktisadî düzen ya da sermayeci (kapitalist) anlayış, küreselleşmenin getirdiği tüketim çılgınlığı gibi etkenler söz konusuysa bunu ayrıca tartışmak, çözümlemek gerekir. Şiir mirasına sahip çıkılmasından hoşlanmayan, daha açıkçası sanatı kendi çıkarları açısından zararlı gören iktisadî/siyasî  bir düzen varsa…  şairler, şiirseverler, kültürlenmeye önem verenler ne yapsın? Zaten ellerinden geleni yapıyorlar… Şiire de sahip çıkıyorlar, edebiyata da, kültüre de…
Sennur SEZER: Şiire sahip çıkabilmek yalnız kendi şiiriyle uğraşarak olmaz. Şiire sahip çıkabilsem bazı türkücülerin mesela Volkan Konak’ın şiir, özellikle adını anmadan Nâzım Hikmet okumasını engellemeye çalışırdım.

Yalçın AYDINLIK:  Bunu yazdıklarımız ve zaman gösterecek.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Şiire benim sahip çıkmam, ona yeterli bir fayda sağlamaz.  Soru, ( Siz bu mirasa yeterince sahip çıkıldığına inanıyor musunuz ?) olmalıydı. Benim bildiğim şiire, toplum olarak sahip çıkılmalıdır. Çünkü, o miras Türk Ulusu adına bağışlandı. Bugün şiirin içler acısı halini görüp de ağıt yakmak, çığlık atmak yerine, bu yitiş üzerinde oturup herkesin uzun uzun düşünmesi gerek. Oturup “biz neredelerde hata yapıyoruz da şiir, böylesine perişan oldu”  demeleri lazım. Yoksa, sen, benim yakınmam hiçbir fayda sağlamaz şiire; nitekim sağlamıyor da…

Tahir ABACI: Miras bazen de savrularak tüketilir. En büyük ve en eski mirası ne yazık ki son dönemde satıp savurarak tüketiyoruz.

Hüseyin YURTTAŞ: Çağdaş iletişim, görsel ve gösterisel sanatların gittikçe öne çıkması, genel anlamda edebiyatı ve onun alt birimi olarak da şiiri bir ölçüde olumsuz etkiliyor.  Ancak ben, yeryüzünün bir ıslıkla bile dünyanın bir ucundan öbür ucuna belleklerde taşınarak gidebilecek olan müzikten sonra en etkileyici ve taşınması, iletilmesi en kolay sanat ürünü olarak şiirin yolunun hep açık kalacağına inanıyorum.

Ben, kendi birikimim ve yeteneklerim ölçüsünde o mirasa sahip çıktığıma inanıyorum. Burada şunu da vurgulamak istiyorum: Ömrümün kalan yıllarını şiire özgülemek en büyük amacım.

İlker İŞGÖREN: Kendimi bildim bileli şiirle kalktım, şiirle uyudum. Yaşadığım her andan şiir çıkarmaya, şiir bulmaya çalışmaya özen gösterdim. Şiiri geç fark etmedim. Şiirin sıcak bir kucağı vardır. Yeri gelir annen gibi emzirir bile seni. Şiirin farkı; 30 unda bile olsan seni hala emzirebiliyor olmasıdır. Şiirin mirasına sahip çıkıyor muyum onu ben bilemem. Zaman bunun için var. O söyler nasıl olsa…

Maksut KOTO: Her şeyde olduğu gibi, şiirimizde de değersizleştirme görülmektedir. Eskiden bir kitap çıkarmak çok önemli bir şeyken şimdilerde hemen hemen herkes kitap çıkarabilmektedir. Dergilerde yer alabilmek eskiden çok zorken, günümüzde ahbap-çavuş ilişkileri sayesinde kolaylaşmıştır. Örnekler çoğaltılabilir… Değersizleştirme bir bakımdan da kalitenin düştüğünü de göstermektedir. Bu konu hakkında neler söylemek istersiniz?



Zeynep ALİYE: Bu duruma demokratikleşme olarak da bakabiliriz. Edebiyat artık beyaz Türklerin denetiminden çıktı. Gerçek yeteneklerin önündeki engeller kalktı diyerek sevinebiliriz.  Öyle ya isteyen herkes şiirini, öyküsünü bir biçimde okura ulaştırabiliyor.  İnternette dolanımda olan binlerce şiir var. Fakat olanakların artması şiirimizde olumlu yönde bir değişimi ne yazık ki sağlamadı.  Çünkü devletin doğru dürüst bir kültür politikası bile yok. Lafta kalan birtakım sözler veriliyor, o kadar. Örgün öğretimde sanat dersleri, eğitim tam bir felaket. Felsefe derslerinin, sanat tarihi derslerinin zorunlu olmadığı bir eğitim olur mu? Medyaya gelince sanat ürünleri olarak neleri ortaya sürdüklerini görüyoruz. Her televizyonun, radyonun sanat programları yapması, geleneksel sanata, çağdaş sanata sahip çıkması gerek. Edebiyattan, sanattan, ince duyarlıklardan habersiz genç kuşaklar yetişiyor. Şimdinin okur kuşağı kısa mesajların ya da “tweet”lerin el verdiği ölçülerde ve aynı anlaşılırlıkta, basitlikte sloganımsı üretimlere ilgi duyarken, yazınsal üretimle ilişkisini de kağıt ve kitabın içinden değil, bilgisayarın sanal ortamından kurmayı seçiyor. Bu tutum, yeni okur açısından eskiye başkaldırı anlamı taşıyor olabilir.  İçine doğdukları postmodern kültür, bütünlüğü, anlamı, duyarlığı ve en önemlisi ulusal motifleri reddetmeyi öğretti çünkü.

Ağırlığı oluşturan yeni okur kitlesi karşısında şair ve yazarlarımız tam bir acz ve şaşkınlık içerisindeler. Şiirin ve diğer sanat alanlarının bir kimlik değişiminden geçtiklerini düşünüyorum. Nehir, yeni bir menderes çiziyor. Sonuç ne mi olacak? Bilemem. 

Eray CANBERK: Kimseye şiir yazma ya da şiir kitabı çıkarma diyemeyiz, denemez. Saptamalarınız çok doğru ama teknik gelişmeler, ilişkiler işi çok kolaylaştırıyor. Bu da bir gerçek. “Niteliğin” (kalitenin) düştüğünü ise sanmıyorum. Yılda 400-500 kitap şiir kitabı çıkıyor belki. Bunların arasında yine de dikkat çekenler, öne çıkanlar var. Bu da yeter. Her alanda görülen “değersizleştirme” günümüzün genel hastalığı. Yine de ben şiir yazan herkesin iyi niyetle, bir bakıma safyürek bir coşkuyla şiirle uğraştığına inanıyorum.  Bırakalım edebiyat tarihi yapsın değerlendirmeyi… “Şair” sıfatı kazanmaksa söz konusu bu çok ayrı bir konu… Şiir yazana “şair” denir ama iş bununla bitmiyor sanırım.


Tahir ABACI: Bu konuyu „Ortalama Şiir-Ortalama Beğeni“ başlıklı yazımda irdelemiştim. Yıllar önce Yaşantı adlı tek sayılık dergimizide ve bir kaç yıl önce de Akatalpa dergisinde çıkmıştı. Poetik metinlerimi topladığım kitapta da yer alacak.

Sennur SEZER: “Değer” görecedir. Ne dergilerde yayınlanmak, ne de kitap çıkarmak zamanla değişti, kolaylaştı. Şiir kitabını, şiir dergisini satmayı kurala bağlamayan kitapevleri olmalı. Çok kitap yayınlandığında kalite artar bence.

Hem ne demişler: Çanağında balın olsun arısı Bağdat’tan gelir. Çanağında zift olsun keli Konya’dan gelir. Ama boş çanak pazara çanak olarak çıkar, çıksa çıksa. 

Yalçın AYDINLIK: Bir şeyin çok olması hele bu şiir ise, bence bu hayıflanılacak bir şey değildir, varsın herkes yazsın, varsın herkesin kitabı olsun. İyi şeyler bunların arasından sıyrılıp değerini bulur. Böylesi bir ortam hiçbir şeyin yazılıp çizilmediği bir ortamdan iyidir.

İlker İŞGÖREN: Üretimin ve tüketimin olduğu her yerde bu tip sıkıntılar hep vardır ve var olmaya da devam edecektir. Ama burada seçim söz konusudur. Ahbap çavuş ilişkilerinin olmadığı dergiler de var, yayınevleri de… Bu durumdan sıkıntısı olanlar yüzünü doğru yöne dönerek bulaşsın derim yayınlama işine… Gerçek şiiri, iyi olan şiiri kimse değersizleştiremez zaten. Bugün bir Üvercinka, Göğebakma Durağı, Kaldırımlar, Han duvarları, Yerçekimli Karanfil, Sevgilerde, Rahatı Kaçan Ağaç, Hürriyet Kasidesi, Sakarya Türküsü, Saman Sarısı ve daha nice şiirleri değersizleştirmek mümkün müdür? Kesinlikle değildir.

Haydar ERGÜLEN: Bu sorudaki yorum ve değerlendirmelerinizin hiçbirine katılmıyorum. Kim karar veriyor şiirde ‘değersizleştirme’ olduğuna, kalitenin ‘düştüğü’ne? Ne var yani, herkesin şiir yazdığı, şiir okuduğu, şiir olduğu, şiiri yaşadığı bir dünyayı özlemiyor muyuz? Bu kavramlar ve yorumlar ne yazık ki kapitalist bir dünyanın öngördüğü ve şairleri bile şartlandırıp, inandırdığı kavramlar. Şairlerin bir de hangi inanca, düşünceye mensup olurlarsa olsunlar, şiir kadar önemli bir işleri var, o da kapitalizme karşı, kapitalist zihniyetin yayılmacılığına ve insanları etkilemesine karşı da mücadele etmek. O nedenle bu sorunuzun içeriğinin ve mesajının beni üzdüğünü söylemeliyim.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Şiirin gücü, hiçbir zaman tartışılmaz. O, 1789’da Fransa’da krallığı deviren büyük bir ihtilalin arkasından, 1917’ Ekim’inde Çarlık Rusya’sında ikinci ihtilalini yapmıştır. Bu hareketleri izleyen geri kalmış ülkelerde, krallıkların birer birer yıkılmasına neden olmuştur şiir. Elbette ki, başa geçen iktidarlar, ilk iş olarak şairleri hedef tahtası haline getirmişlerdir. Şiir tarihimize göz attığımızda, özellikle on dokuzuncu yüzyılın ortalarında başlayan ıslahat hareketlerinden sonra şairlerin kimlikleri dışında, bulundukları toplumun da sözcüsü olma kimliğini de üstlenmeleri, onlara ayrı bir sorumluluğu yüklenme ayrıcalığını da getirmiştir. Bu yüklendikleri ikinci kimlik; onları, daha da ilerici olmaya yönlendirmiştir. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar olan dönemde özgürlüklerin kısıtlanmasında başkaldırı girişimleri ve yenilik hareketleri hep şiir ve edebiyatın diliyle ulaşabilmiştir topluma. O yüzden şairler Padişahın hedef tahtası haline gelmişlerdir. Cumhuriyet döneminde yeni bir toplum ve yeni bir yönetim oluşuncaya dek şairler, yönetici kesime destek olmayı sürdürmüşlerse de, daha sonra kendi asıl muhalif kimliklerine dönmüşlerdir. Bu yüzden, devleti yönetenler şiiri, kendilerin doğrultulan bir silah olarak görmüşlerdir. Şiirin, itibarsız hale getirilmesinin asıl nedeni budur! Okullarda, şiirin öğretilememesinin nedeni de buna bağlanabilir. Bugün kitapçı dükkanları şiir kitaplarını nazlanarak satıyorlar. Çünkü, alıcısı azaldı.  Dergilerin çoğalması da, kalitesiz şiirlerin ortalıkta dolaşmasını sağlıyor. İşte, şiiri itibarsızlaştıran nedenler bunlar!

Nihat BEHRAM: Ne kadar çok yayın çıkar, ne kadar çok insan şiir yazar ve yayınlarsa o kadar iyidir. Çokluktan yakınmamak gerekli... Bir zararı yok. Nasıl olsa, hayatın terazisi ilerleyen zaman içinde iyiyi, kötüyü tartar; ayıklar. “Ahbap çavuş / Kafa kol ilişkileri”ne gelince bu da yeni bir şey değil. Her zaman olmuştur. Sadece sanat alanında değil, her alanda. İşte medya… En değerli gazeteciler işsiz, yalakalar popüler. İşte eğitim, hukuk... ha keza! Kalitesiz her zaman kalitesizdir, popüler olsa da olmasa da. Tabii ki tek sorun, kalitesiz olan, bir de popüler olunca sadece genç yeteneklerin önünü tıkamakla kalmıyor; işin anlamını da çarpıtıp yozlaştırıyor. Ona özenen birçok yetenek de heba oluyor. Üstelik bu olgu, sadece yayın piyasası ile de sınırlı değil. Boyutu çok geniş... Ulusal ve uluslararası ödüller mesela... Nobel’in bile, çoğu kez emperyalizmin uluslararası hesaplarının “kafakol ilişkileri” sonucu verildiği bir gerçek değil mi? 5. sınıf, vasat birine kendi düdüklerini öttürmek için vermiyorlar mı? Doğru olan, çalıyı çırpıyı gözünde büyütmeden, yılmadan, yakınmadan doğru yolda yürümek… Direnerek...

Taner CİNDORUK: Ahbap çavuş ilişkileri kişileri bağlar. Değersizleşme de belli bir süre sonra iç kanama haline gelince tekrar bir değer artışına gidilir. Diyalektik bir işleyiş gibi düşünürüm… Bazı dergilerin eyvallahı yok. Bir şeyinden nem kapıp senden gıcık alıyorlar ve basmıyorlar ürününü. Çok bir otoriterler. Özgür edebiyat iyi bir dergi olmasına rağmen bu otoriteyi sürdürüyor. Bazı yapım şirketlerine benzetiyorum onları… Tuhaf bir samimiyetleri var. Almıyorlar, buyur etmiyorlar seni içeriye. Oysa şiirden söz ediyoruz. Koca Mevlana var bu şiirin içinde, Nazım, Ahmet Arif, Yunus var… Sen Özgür Edebiyatsın oysa. İsmin şahsiyetine cuk oturmalı… Almıyorlar. Cevap vermiyorlar mesela. Bu en acısı. Ölüm gibi. Ölüm nedir sorusuna tek verdiğim cevap budur benim. Sessizlik. Konuşmuyorlar benle. -Derginizi ilgiyle okuyorum- diye mesaj atıyorum, dönmüyorlar… Bir yılgınlık, bir gereksiz dalgınlık var. Dalgınlık sessizliğin kumaşıdır. Sadece kendilerine göre elbiseler yapıyorlar. Parmak kaldırıyorum. Otur yerine bile demiyorlar. Görmüyorlar ki zaten. Başından beri kör… Olmaz böyle. Dokunmak lazım. Camlar kırılıyor. Duvarlar içinde duvarlar oluşuyor öyle olunca… Çabuk çürüyor nar ağacı. Perdesi olmayan evler gibi değil. Bu başka bir şey. Bu, acıtan bir tür oluyor. Bir kere acıtınca da acıktırıyor seni. Daha hırçın şeyler yazıyorsun. Deli büyüdüm ben, Maksut. Beni delirten de bu sessizlik oldu. İçimdeki barda saatlerce kendinden geçti dizelerim. Bazen yıkadım onları. Bazen kuruladım… Artık tek bir fırtına beni ürkütmüyor şimdi. Ben bir delirmişin mavisiyim… Bu da benim Özgür kumaşım… Ama hırçın.


Oğuz TÜMBAŞ: 1940’lara, ellilere gitmiyorum. 27 Mayıs hareketinden sonraki göreceli özgürlük kavramları içinde 1960’larda, 70’lerde hatta 80’lerde şiir kitabı çıkarmak kolay değildi. Belli bir  düzeyi tutturan, şiirde ad olan, şiir okurunca onaylanan, kabullenilen, şairlerin yayınevlerinde kitapları yayınlandığında, alıcısı da fazla olurdu. Bilgisayarın olmadığı, bilgisunar olanaklarının bulunmadığı bu dönemlerde şiir kitapları bugünkü gibi çok değildi. Her önüne gelen kitap çıkaramıyor ya da çıkarmıyordu. Yayınevleri parasını veren şaire göre kitap basmıyordu.Dergi sayıları da bugünkü kadar değildi. Nitelikli, ağırlıklı, saygın edebiyat dergileri şiirini yayınladığı şairi seçerdi.
       
Bugün özellikle genç şairlerin kitaplaşma konusunda sorunları yok. Parayı bastıran kitabını çıkarıyor. Ancak önemli yayınevleri ya şiir kitabı basmıyorlar artık ya da katkı payı altında para alarak şiir kitabı basıyorlar. Kitabevleri şiir kitabı satmak istemiyor. Bir çoğu raflarına koymuyor bile. Bu acı bir gerçek.
       
Genç şairler bir çıkış yolu arıyor, olanak bulmayanlar kitaplaşma konusunda sıkıntı yaşıyor. Attila İlhan bir söyleşisinde “Yüz kitap, bin kitap basıyorlar, satamayıp harcanıp gidiyorlar. İçlerinde gerçekten çok başarılı olanlar da var ama bu yüzden yok oluyorlar.” Çok başarılı olanlar da kitaplaşamadıkları, yeterince yayınlayamadıkları için arada kaynayıp gidiyorlar.
       
Şiirin niteliğini yükseltmek,  yeni bir şiir olayı yaratmak  zorunda şairler...   

Özkan MERT: Bu soruyu ilk sorunuzda yanıtladım. Türk şiiri bugün köşebaşlarını tutmuş düzen yalakalarının, şiir işportacılarının, sahte solcuların vb denetimindedir. 

Hüseyin YURTTAŞ: Söyledikleriniz elbette doğru. Ancak, bunları çok görmemek gerekir. Birileri kendini ortaya koyabilmek, sesini duyurabilmek için bunları yapmak zorunda kalıyor da olabilir. Şimdiki yayın olanakları, genç şairlerin işini kolaylaştırıyor tabii ki. Ama şunu belirtmeden geçemeyeceğim: O çokluk, niteliksiz ürünlerin ortalığı sarması, sapla samanın karışmasına neden oluyor. O saman yığının içinde değerli bir şiiri, bir kitabı, bir şairi görüp seçmek zorlaşıyor. Yoksa bırakın herkes yazsın, yayımlasın. İnsanların şiirle, edebiyatla uğraşmasından daha güzel ne olabilir ki? Ne ki, bu çoğalma, yeni ve sağlıklı ürünleri de çoğaltarak, beraberinde getirebilirse, daha güzel olur.

Maksut KOTO: ‘’Manifestolar’’ kulağa oldukça yapmacık geliyor. Edebi akım, edebi topluluk ya da edebi anlayış, şiirimizde daha gerçekçi gözüküyor. Manifestolar, daha çok bireyselliği ön plana sunuyor. Egonun hükümdarlığı gibi bir şey. Bunları düşünürsek, şiire katkıları bakımından topluluk mu yoksa bireysellik mi daha faydalıdır?


Sennur SEZER: Bir topluluk olmak, (50 Kuşağı/ a’cılar , Maviciler ) birbirlerine destek oldukları, birbirlerini geliştirdikleri sürece edebiyata da yararlı olurlar. Tersi 60 Kuşağı arasında görüldü. Ama bireysellik-topluluk diye tanımlanamaz bu. Siz şiire katkıyı bırakın Ece Ayhan ya da Küçük İskender gibi akım haline gelemeyecek şairlerle 1940 Kuşağı gibi akım şairlerini kastediyorsunuz. Ama şiir hep zincirdir. Bir halkası eksilirse kopar.

Haydar ERGÜLEN: Niye öyle olsun? ‘Garip’ manifestosu bireysel bir çıkış mıydı, şiiri ve toplumu etkileyip, aynı zamanda Birinci Yeni olarak anıldığını da hatırlayalım, İkinci Yeni denilen o büyük ve büyülü şiire, şiir devrimine bir önhazırlık oluşturmadı mı? Bireysel olsun ya da toplu bir çıkış, manifesto bir bildiridir, söyleyecek sözü olmak demektir, o yüzden katılsanız da katılmasanız da, şiir üzerine düşünmektir, düşünülmüş olanın sunulmasıdır. Bunun ne zararı var, anlamadım. Ayrıca, şairlerin bilhassa gençken bir araya gelip çıkardıkları her şiir dergisi de aslında bir şiir manifestosu değil midir?

Nihat BEHRAM: Özellikle şiir tabi ki… Sonuç olarak bireyin ürünüdür. Onun toplumsallığı, grupsallığı, o şairin anlayışıyla ilgilidir. Şiirinin damarı hangi anlayışa ekleniyorsa o anlayışın bir parçasıdır. Ben şahsen, kuşak anlayışını, aynı yaşlardaki insanların bir kuşak oluşturduğu görüşünü doğru bulmam. Sanat insanların yaşlarına göre paketlenemez. Sanatçıların sanat anlayışının aktığı ırmak önemlidir. Şimdi T.Fikret, Nâzım, E. Gökçe, A. Arif, aynı ırmakta akar gelirler. Hem her biri birer bireydir hem aynı ırmağın temsilcileri. Bunun evrensel boyutu da böyledir. Küba’dan Marti, Macaristan’dan Atilla Josef, Şili’den Neruda, Rusya’dan Mayakovski, Almanya’dan Brecht, Fransa’dan Aragon... aynı damardan şairlerdir. Şimdi, bir anlayış birliktelikleri olan kişiler yan yana gelip anlayışlarını yaygınlaştırmak için çaba gösterebilir. İyi de olur. Ortak hayat anlayışları temelinde mücadele ederler. Dergi çıkarırlar, yayınevi kurarlar vb. Bu kötü değil. Kötü olan, kendini beğenmiş birinin, kendi çevresinde oluşturduğu piyonlarla, kendi egosunu tatmin etme, narsizmini sergileme için kurduğu “çakma gruplar”dır.

Eray CANBERK: Aynı sanat görüşünü paylaşan şair ya da yazarlar topluluk görünümü verebilir, kendi kendilerini adlandırabilirler. Daha sonra edebiyat tarihçileri de belirli dönemler için niteleyici adlar kullanmışlar. Topluluklar da tek tek şair ya da yazarlardan oluştuğuna göre… “Şiire katkı” ancak şairin yazdıklarıyla, şiiriyle olur. Örnek olarak “İkinci Yeni” bir topluluk olarak kabul edilirse ve katkısından söz etmek gerekirse, az önce de değindiğim gibi, bu topluluk değil tek tek şairler konu edilebilir. Bu yarar/zarar konusu da bana anlamsız geliyor.    

Hüseyin YURTTAŞ: Manifestoları ben az önceki soruda sözünü ettiğiniz niteliksiz kalabalık içinde kendisinin farklı olduğunu gösterme çabası olarak görüyorum. Hele bir  “Yeni Bütün” manifestosu vardı ki, bunlara örnektir. Bir şeyin nasıl anlatılamaz ve anlaşılamaz hale getirildiğini göstermek için kaleme alınmıştı sanki. Elbette bireysellik; ama gruplarla ortaya çıkıp güç sınama  ya da güç gösterisi isteği de var manifestolarda. Sağlıklı, yere sağlam basan, ne yaptığını ve ne dediğini bilen her türlü çıkış, ister bireysel olsun, ister kümesel; işlevsel olacaktır ve şiire katkıda bulunacaktır. Yalnız şu unutulmamalı: Şiir, bir bireysel üretim ürünüdür.

Zeynep ALİYE: Manifesto kişisel bir tavır koymaktan çok, grupsal bir duruşu ifade eder. Nitekim edebiyatımızda Mavi Hareketi de, Garip Akımı da, II. Yeni de, başlangıçtaki ortak duruşlarını manifestolarıyla ortaya koymuşlardır. Fakat bir hareketi birlikte başlatmak, var olan anlayışa karşı çıkmak sonuna dek aynı doğrultuda hareket edileceği anlamına gelmez. Nitekim Yedi Meşaleciler’in Beş Hececiler’e karşı başlattıkları hareketi ele alalım: Sabri Esat, Yaşar Nabi, Vasfi Mahir Kocatürk, Ziya Osman Saba, Kenan Hulusi, Cevdet Kudret, Muammer Lütfü Bahşi.  Sonra Ahmet Haşim de katıldı ekibe. Düşünebiliyor musunuz? Ancak ilerleyen zamanlarda bu isimlerden kaçı birbirine çok yakın bir sanatsal anlayışı sürdürdü diye sorayım.  Aynı biçimde Garip Akımı’nın öncüsü Orhan Veli, Oktay Rıfat, Melih Cevdet’in şiirlerinin süreç içinde çok farklı yönlere gittiğini görüyoruz. Manifestolar bir bakıma, var olan anlayışa karşı çıkmanın bayrağı olarak yükseltilmişlerdir. Ve her şair için kendi şiir dünyasını kurabilmenin ilk basamağını oluşturmuştur. II. Yeni şairleri de başlangıçta ortak bir tavır içindeydiler. Sonrasındaysa, içlerinden bazıları II. Yeni şairi olduğunu reddetti. Çünkü her birinin savaşı, kendi şiirini yazmak içindi; doğal olan da buydu. Sanat, tikel bir yaratım sürecidir. Yaratma yolunda yalnızlığı seçmek baş koşuldur. Zaten kendi olmayı başaramayanlar edebiyatın figüranı olmaktan kurtulamazlar.

Kendi olmanın, özgün bir üretimin altına imza atmanın, egoyla, hükümdarlıkla ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Şairler bir bakıma büyük şiir ırmağının; kendi küçük deltaları, ovaları, kendi yatakları olan küçük küçük kollarıdır. 

Oğuz TÜMBAŞ: Manifesto ya da Türkçe karşılığıyla bildirinin bir tanımı da “Toplumsal bir hareketin siyasal inanç ve amaçlarının açık anlatımı”dır. Kulağa yapmacık gelir yerine, bize yabancı bir sözcük; onun yerine  bildiri sözcüğünü  kullanalım daha yerinde olur. Edebiyat akımlarının oluşumunda çıkış bildirileri amaçlarını, hedeflerini belirlemek adına yanlış bulmam.
      
Her manifesto amacına ulaşmış mıdır, bakın bu tartışılabilir. Ancak bu yazı salt bu konuya odaklı olmadığı, çok yer tutacağı için bu tartışmaya girmiyorum.
      
Edebi akım, edebi anlayış, edebi topluluk… Kolektif, ortak duyarlıkları, eylemleri, devinimi yansıtması bakımından bu adlarla anılan toplulukları, atılımları yadsımam. Bir çok edebi akımın, şiir deviniminin başlangıcında kişiler vardır. Bence her yeni devinimi  titizlikle izlemek gerekir. Ne diyorlar, ne anlatıyorlar, toplumsal ve gerçekçi midirler, geleceğe kalıcı mıdırlar, içinde çağdaş ve ilerici unsurları ne oranda barındırıyorlar diye bakılır mutlaka. İçeriği algılanır. Çoğulun, genelin, kitlenin beğenisi, kabulü önemlidir. Geçmiş şiir akımlarını, devinimlerini, bildirilerini anımsayınca ne kadarı bir sonraki zamanlarda etkili olmuş, altyapı oluşturmuş, yaygınlaşmış görülebilir.
       
Şair birey olarak bireysel konularını, sorunlarını yerine getirirken, toplumsal duyarlığı, toplumcu duruşu gereği salt bireysel davranma, bireyci kalma güdüsünden uzak durmak zorundadır. Şiiri çoğaltmak, şiiri özlenen düzeyine yükseltmek, yalnızlığından kurtarmak adına  da gereklidir bu.

Özkan MERT: Manifestolar, toplumsal, ekonomik ve kültürel koşulların kaçınılmaz kıldığı bir hareket olursa tarihsel ve edebi bir misyon üstlenebilirler. Önemli olan başka bir şey de, her  manifestodan kaç iyi şair çıktığıdır.

Taner CİNDORUK: Manifesto kendi koşulları içinde topluluk olarak algılansa da her biri bir bireyden oluşan görüşleri kapsar. Ya da sadece bir bireyin düşünüşünden yola çıkılır. Behçet Necatigil bana göre başlı başına bir manifestodur. Manifesto bildiridir. Bildirinin karşılığı çeşitli anlamları içinde barındırır. Göreceli, tartışmaya hep açık ve bir o kadar da tehlikeli bir sözcüktür. Çok sık kullanmamak lazım. Her büyük şair bana göre bir manifestodur. Bir şey söylemiş hayatıma yön vermiş anlıyor musun? Şair bir şey söylemiş ben o tutkuyu tutkuma katarak bir kızı sevmişim. Düşünsene seviyor ve evleniyorsun. Çocukların oluyor. Bir coğrafyan oluyor artık senin. Bir soy ağacın ya da… Bir şairin bir dizesi bir hırs oluyor sana… Bu korkunç bir yük…Belki de bir yüktür manifesto…Kimi gizli yapar onu kimi ulu orta. Kimi ezilir o yükün altında, kimi ölene dek taşır onu… Bu yüzden tehlikeli. Şair olmasa bile, Orhan Kemal de bir manifestodur başlı başına… Şair olsun olmasın her büyük edebiyatçı bir manifestodur…Nice yazarlara esin kaynağı olmuşlar, bir düşün…



Yalçın AYDINLIK: Aslında manifestolar bireysel bir hareket olabildiği gibi sanat tarihinde daha çok bir grubun yeni olduğunu düşündükleri savlarının yazılı metinleridir. Bence buna bireyseldir deyip bu yanıyla eleştirmemek gerekir. Eleştiri ancak bildirgenin içeriğine yapılmalıdır ve zaten sanat tarihindeki neredeyse tüm manifestolar eleştirilmiştir; çünkü yeni, her zaman kabul gören bir şey değildir, kuşkuyla yaklaşılır. Ancak yenilik ve farklılıklar sanat olduğu sürece olacaktır ve bunlar çoğu kez bu manifestolarla duyurulur.  Fütürizmin, Kübizmin, Sürrealizmin, Komünizmin, İkinci Yeni’nin ve daha birçok sanat akımı ve hareketin duyuruları bir manifestoyla yapılmıştır. Kavramlara çok takılmamak gerektiğini düşünüyorum; bazıları buna edebi akım da diyebilir, edebi topluluk da, şimdi elmaya elma denmiştir buna ısrarla “bu yemiştir” demenin elmaya kazandıracağı bir şey olmaz.

İlker İŞGÖREN: Öncelikle zaten ortada bir akım ya da topluluk varsa manifesto vardır. Yani manifesto ayrı bir şey değildir. Manifesto o akımın ve topluluğun halka bildirimidir. Bu açıdan bakıldığında elbette topluluğun arasındaki bireysellik önemlidir. Akımları topluluğun ve bireyselliğin dışında tutamayız zaten. O akım içerisindeki şairlerin hepsinin kendine has şiirleri vardır. Ve o şairler o akım içerisinde anılıyor olabilirler ama bireysel olarak da bilinirler. Yazdıkları şiirin kendilerine has oluşlarından ötürü. Çünkü her şairin kendine özgü bir dili var. Kendilerine has bir şiir görgüleri de... Bütün bunları birleştirdiğimizde üreten bir şairin iyi ya da kötü her daim şiire faydası oluyor zaten. Kötü bir şiir örneği olmasa, iyi şiiri nasıl ayırt edeceğiz?

Mehmet Sadık KIRIMLI: Bazı akılları kısa kişiler, kısa yoldan şiir dünyasını etkileyip, kendilerine şiirin en tepesinde yer açmaya çalışıyorlar. Ben bunu şiire bir saldırı olarak niteliyorum. Kendilerini hangi bilgilerle donattılar ki, şiire yön vermeye kalkışıyorlar, manifesto yazarak!  Şiir, geniş bilgi ve birikim ister. 40 – 50 yılını şiir üzerine harcamış insanların, şiir üstüne yazdıkları yazıları dahi okuma zahmetine katlanamayan bu insanlar, kalkıp şiir manifestosu yazıyorlar; olacak iş mi ? Bunların şiire hiçbir katkısı olmadığı gibi, zararı oluyor, üstelik.  Evet, “egonun hükümdarlığı gibi bir şey bu!”  Şiirin zorluğu, yaratı sanatının ürünü olmasından kaynaklanıyor. Yaratıyı da insan yeteneği ortaya koyar. Bu nedenle, bireysellik daha yararlıdır.

Tahir ABACI: Şair farklı bir şiir yazar, farklı bir anlayış geliştirebilirse onun manifestosu olabilir. Ortalama şiiri yeniden üretip “manifestoculuk” yapmak ise sadece ranttan yararlanma hesabıdır, başka bir şey değil.

Maksut KOTO: Bir şair neden; kendisiyle, çevresiyle, şiirle… mücadele etmelidir? Şair, mücadele için mi yaşar?





Yalçın AYDINLIK: Bilmem. Sanırım mücadele ettiği için yaşar. Şiir bu kavgasını ifade ediş şeklidir sadece. Bunu o güne dek oluşturmuş olduğu estetik bilinç ve kaygıyla yapar. Şiir aynı zamanda şairinin parmak izidir, bunu sözcükleri deşeleyerek, kavgası ve derdini anlatmanın bir aracı olarak kullanır. Ne denli iyi anlatırsa o kadar iyi şairdir ve çoğu zaman bu şairin yaşam biçimidir.

Oğuz TÜMBAŞ: Bireysel olarak bir şairin duyguları, duyarlılıkları, özlemleri, beklentileri, sevdaları, aşkları, tutkularıyla önce kendisidir. Bireysel anlamda çıkışını, gelişmesini, geleceğini örgütlerken  kuşkusuz çelişkileri, karşıtlıkları, algıları, sezgileriyle bir savaşım içindedir. Bu da yadırganmamalı bence. Kendisiyle hesaplaşan, kendisini sorgulayan şair salt imgelem dünyasında olmamalıdır. Ayağı  yere basan, gerçeğe dönük davranışını, çizgisini belirlemeli, göstermelidir.
      
Şair elbette salt mücadele için, savaşım için yaşamaz!  Ancak şairin muhalif,  araştırtan, gözlemleyen, ayrıntıları gören yanıyla, başkaldırısıyla farklılık yaratandır aynı zamanda. Verili olanı  kabullenmez. Çünkü modern şair tevekkül sahibi değildir. Özellikle kapitalist sistemin dayatmasına karşı savaşım verir. Belki de bu yüzden yalnızdır şair.
       
Halkın sömürüye, eşitsizliğe, haksızlığa  karşı verdiği savaşımın yanındadır. Ezilen insanın, insanlığın refahı ve mutluluğunu taşır şiirine. Dünyadaki emperyalist baskılara, savaşlara, işkenceye, özgürlüklerin ve doğanın yok edilişine, kadınların ve çocukların ezilişine de karşı koyar.

Taner CİNDORUK: Mücadeleden kasıt ne bilmiyorum ama elbet her mücadele çeşitli koşullara veya temellere veya amaçlara dayanmaktadır…Karın hiç şiir seven biri değilse, bir süre sonra senin dünyanda bir öcü gibidir o…Öğretmenin şiir sevmiyorsa ezer seni. Şiir yazmanı istemez. Ustamdan çok azar işitirdim şiir yazdığım için. Kendini işe vermiyorsun, aklın hep başka yerde derdi. Başka yer dediği, şiirdi. Mücadele edeceksin… Günün birinde o kişiler seni de şiirini de görecek ve alkışlayacak. İyi şiirse tabii. Yazacaksın, para da kazanacaksın, kariyerin de olacak. Seveceksin, sevileceksin, güzel bahçeli bir evin olsun isteyeceksin belki, içkiyi sigarayı bırakacaksın belki… Belki bir süre hastalanacaksın. Hayatta her şeyi bir tat ve koku ile yaşıyorsun. Şiirinle de bu duyguların fotoğrafını çekiyorsun. Değişik bir duygu. Ama öyle ayrıksı bir duygu da değil. Ne bileyim. Dua okumayı çok seven kadınlar gibi belki, bizim şiire olan bağımlılığımız… Tuhaf ama gerçek, içindesin… Fışkıracak bir şeyler, duyuyorsun. Anlıyorsun duyduğunu. Yazıyorsun sonra işte… Şiir esaslı iş yahu…



Zeynep ALİYE: İnsan niçin yazar? Söyleyecek sözü olduğu için. Hayata açtığı pencereden gördüğünü kendi duygu ve düşünce dünyasından geçirip aktarmak için.  Şair, sürekli devinimin olduğu bir yaşamı kurduğu dille aktarmaya çalışırken aynı zamanda ciddi bir karşı çıkış içindedir. Uyumlu, kabullenici bir bakış açısı zaten yazmayı gereksiz kılar. Her şiirde mutlaka bir direnme vardır. Yazılan, bir tekrar, yineleme, kopyalama olmadığı sürece de bu böyledir. Sanatın varlık nedeni, egemen anlayışa karşı çıkıştır. Egemen anlayış çürümeye mahkumdur. İnsan yapısı mükemmelin peşindedir çünkü. Mükemmelse devinim değil midir? Bu anlamda sanatta düzenle barışçı bir duruş taklitten, yapaylıktan öte bir kimlik taşımaz. 

Nihat BEHRAM: Ekmek bile çiğnenmeden yutulmuyor. Sindirmesi en zor şey olan şiir nasıl kolaycana solunsun? “Teslimiyet” kavramını, “uzlaşma” anlayışını, “evcilleşme” ruhunu sözlüğünde taşımayan tek şey gerçek şiirdir. Dolayısıyla, varlığı direnme ve mücadeleye bağlıdır. Var olması korkusuzluğuna, fütursuzluğuna, kural tanımazlığına bağlıdır. Kolay bir varoluş değil. “Yaşamak için mücadele eder.” demek daha doğru.

Özkan MERT: Ben tek bir şey için mücadele ettim:İyi şiir yazmak için,100 yıl sonra da okunacak şiirler yazmak için. Aforizmalarımda biri şu: ‘Bir şairin en devrimci görevi iyi şiir yazmaktır.’

Benim çevremle, başkalarıyla vakit geçirecek zamanım yok.

Hüseyin YURTTAŞ: Yaşam başlı başına bir mücadele değil midir? Şair de yaşamın içinde daima bir mücadele içinde bulunacaktır.  Her insanın, dahası her canlının yaşamında mücadele vardır. Şairinki tabii “seçmeli” olarak belirlenmiş bir mücadeledir. Ömrüne yazılmıştır çünkü.

Mehmet Sadık KIRIMLI: Yapısal olarak şiir, muhaliftir de ondan. Melih Cevdet Anday ustanın, gerçeği göremeyenlere dair söylediği çok güzel bir söz var; der ki, usta : “pencereden bakarken, dışarıyı değil de camı görebilirsek, şiirin ne demek olduğunu anlarız.”  Bu nedenle şair, şiiri belleğinde oluştururken hayatın olumsuz yönlerini de eleştirme gereği duyar.  Bu şiirin tabiatında var olan bir gizemdir.  Aslında, her şair bir mücadele adamıdır. Nazım’ da, Mayakovski’ de şairliklerinin yanında, mücadele adamıydılar.

Eray CANBERK: Şair kendisiyle, çevresiyle, şiirle mücadele mi etmelidir? Bu üç öge ile mücadele etmeyen de olabilir, biriyle, ikisiyle mücadele eden de… Daha çok da mücadele eden şair değildir; şairle mücadele edilir! “Şair şiir için yaşar” desek daha uygun olur…

Sennur SEZER: Bu söylediğiniz savaşçı bir devrimci olmalı. Dünyayı değiştirmeye çalışıyor. Her devrimci eylemci olmaz, kimi de teorisyendir. Yalnız o şair her kimse (adam ya da kadın) öyle herkese savaş ilan ederse işi epey zorlaşır, onu çevirmezler (yani tercüme etmezler), festivallere çağırmazlar, projelere almazlar, ödül de vermezler... görür gününü. Bir de örgüt davası bulur eklenirse işi tamam!

Tahir ABACI: Sadece şair mi? Her varlık gözünü açtığı doğada mücadele etmek zorunda. 

Haydar ERGÜLEN: Yanıt olacak pek çok şeyi, önceki sorularınızın yanıtlarında söyledim sanıyorum.

İlker İŞGÖREN: Şiir bir itirazdır.

Maksut KOTO:  Bir şiirinizin hikayesini anlatabilir misiniz?



Taner CİNDORUK: Kafam güzelken yazdım bir çoğunu… Pek hatırlamıyorum…Yüz yüze belki anlatabilirim…Yani yanlış anlama, böyle yazınca saçmalayabilirim. Uykum da gelmiş olabilir. Bilemiyorum. Yorgun hissediyorum şu an kendimi. Bir de, ne kadar lazım olur ki meraklısına, bunu da düşünmüyor değilim… Yani, anlatırım aslında…Var evet…Hikayesi var her şiirimin…Öyle işte.


Haydar ERGÜLEN: Son kitabım Aşk Şiirleri Antolojisi’nin (2012) arkakapağında “Mavi Geçti…” başlıklı bir şiir vardır. Kitabı tam yayınevine gönderirken, bir köşede unutulmuş gibi boynubükük duran iki dize gözüme çarptı, aceleyle karalamış, bırakmışım: “Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi/mavi bir şeydi”. Artık o gün gökyüzü mü maviydi, ben mi maviydim yoksa harfler, sözcükler mi maviydi bana, bilemedim, hemen oturdum, diğer dizelerini de yazdım ve nerdeyse 5 dakika filan sürdü yazmam. Kısacık bir şiir ama kitabın arka kapağında duruyor: “Öyle bir yazdı ki /sanki gökyüzünde oturuyorduk/…/Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi/mavi bir şeydi/…/ Gençlik öyle bir yazdır ki/ne yurt ne ev ne oda/yalnızca gökyüzü/yeter insana/…/Biz seninle gökyüzünde/çok oturduk/gençliğimiz/çok mavi geçti… çok!”

Eray CANBERK: Sorunuz  beni “Bir şiirin oluşmasına yol açan nedir?” sorusuna götürdü. Buna çok değişik ve çok çeşitli yanıtlar verilebilir. Bir şiirin hikâyesi varsa şiir kendi hikâyesini anlatır zaten…

Hüseyin YURTTAŞ: 1980’li yıllarda kitap dağıtımı işiyle uğraşıyordum. Son günlerde bir şiir taslağını kafamda gezdirip duruyordum. Şiir dörtlüklerden oluşuyordu. Son dizeler nakarat olacaktı. Nakarat için “saat İzmir sularıydı” sözünü benimsemiştim ama devamı ne olacaktı? Bir sabah, -yağmurlu bir İzmir sabahı-  işyerine gittim. İzmir yağmurlarını oldum bittim severim. Havamdaydım. Derken bir telefon.  Arayan, o sıralarda Sungur Yayınları’nı kurmuş ve yönetmekte olan, ünlü illüzyonist Zati Sungur’un kızı,  rahmetli yazar Cengiz Tuncer’in eşi Aynur Hanım, işle ilgili bir şey istedi, bir ricada bulundu.  Ben de sıkıntısız bir günde olmalıyım ki, “peki” dedim. “Sağolun Hüseyin Bey. çok teşekkür ederim, öpüldünüz efendim,” dedi.  İşte bu sözcük gelip oraya oturdu. “Saat İzmir sularıydı, öpüldünüz efendim” dizesi öyle oluştu ve şiir o sabah bitti.

Mehmet Sadık KIRIMLI: “Aşk Kapısı” adlı son şiir kitabımda da var olan “Zeytin Tanesi” adlı şiirimi yazdıktan sonra, Bursa da yayımlanmakta olan “AKATALPA” edebiyat dergisine yollamıştım. Hemen yayımlandı. Bir çok yakın dosttan övgü aldım, şiirimin güzel oluşundan söz ediyorlardı. Öyle mutluydum ki, uçuyordum adeta. Birkaç gün sonra, evde oturmuş kitap okuyordum, salondaki telefon olanca gücüyle beni yanına çağırıyordu. Gidip açtım, şiir çevirmeni Baki Yiğit, “Merhaba, Mehmet  Sadık abi, vaktin varsa biraz konuşabilir miyiz” dedi. “Elbette Baki, buyur, konuşalım” dedim. Bir iki saniyelik sessizlikten sonra Baki, “ Akatalpa dergisinde, Zeytin Tanesi, adlı şiirini okudum, çok beğendim. Onu İngilizceye çevirip Avrupa’ya yollamak istiyorum” dedi “Şaşırdım, tabitabi… “ diyebildi, zorluklaGerçekten de, şiir İngilizceye çevrilip yollandı...

Nihat BEHRAM: “Hayatımız Üstüne Şiirler” ilk şiir kitabımdır. İçerdiği şiirler 968 / 971 dönemi şiirleridir. Çıkar çıkmaz da yasaklanmıştır. Yasaklanma gerekçesi o dönemde yazdığım “Yalnız Değiller, Şarkıları ve Biz Varız” adlı şiirle, “Üç Dağa Ağıt” ve “Kanayan Üzümler” adlı şiirlerdir. Konusu, hücrelerinde idamlarını bekleyen arkadaşlarım, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’e ilişkindir. İlki, onları kurtarmak için soluk soluğa koşturduğumuz günleri, o günlerdeki duygularımızı anlatır. İkincisinde, idam kararlarının kesinleştiği ve her an asılabilecekleri günlerdir. Üçüncüsü asıldıkları gün... Kitabım hemen yasaklanmıştı ve tutuklanmıştım.

İlker İŞGÖREN: Ağbimin Hayata Şiirleri’ni yazana kadar şiirin hikayesi mi olur diye düşünüyordum. Büyük lokma yemeden büyük laf söylemişim. Rıza Aslan’ın yeni çıkan kitabında “Şairin Parmak İzi”nde Ağbime yazdığım şiirin hikayesini anlattım demeye dilim varmıyor. Çünkü hikayesini değil, o şiirin kaynağını anlattım. Hem de tüm gerçekliği ile… Bir de Maksut; ben şiirden bahsedildiği yerde hikaye anlatmayı sevmiyorum be kardeşim.

Oğuz TÜMBAŞ: 1965 yılından bu yana şiir yazan, yayınlayan bir insanın  imgelemi, sezgileri yanında oluşturduğu yaşanmış olaylardan kurguladığı şiirleri de vardır elbette. Kitaplarıma giren bir çok şiirimin de  geri planı olduğunu söylemeliyim. 
       
Şair gezen, gören, gözlemleyen, bakan, algılayan, sezen, etkilenen bir kimliğin insanıdır. Duyuran, duyumsatan, iletendir. Bu anlamda kimi şiirlerinin yaşanmış öykülerden esinlendiğini de belirtmeliyim.
       
Örneğin ilk şiir kitabım “Yürek Söylencesi”nde yer alan “Bakacın Camında Ocak Közü ya da Siyasal Cumhurcu Emin Bey” şiirim 1976 yılında TRT’de habercilik yaptığım  bir Ocak günün izlenimini taşır.
       
Emin Bey eski bir milletvekilidir. Boylu poslu, olgun, anıları, anlatıları olan bir adamdır. Gazetecidir. Siirt’te bir gazetenin sahibidir. Yayımladığı gazetenin başlığı altındaki yazı ilgimi çekmişti. “Siyasal Cumhurcu Gazete” Ayrıca evinde  yöresel yemekler, meyveler, sunumlar da yerel, doğal ve içtendi. Etkilenmiştim yol boyu yaşadıklarımdan. Belleğime yazdım o günün izlenimlerini. Sonra şiire dönüşüverdi
       
Siirt’e gelmeden “Umudun kör bahçesinde / Kurmuş çadırını Veysel Karani / İnancın koşullanmış bekçileriyle / Yazgı işlevci /Dokunur acıya” diye ayaklanan dizeler, Emin bey’i bulur, yayımladığı gazetenin hurufat kokusunu duyumsar, emeğini kutsar “kuru nar fıstık tadında” bir Siirt evinin dostluğunu, sıcaklığını paylaşır. Bu güzel izlerle döner yeniden Haber Bürosu’na Diyarbakır’a. “Bakacın camı aydınlık /Bakacın camında yol izi/ Yaşadım hüzünleri / Sevinçleri yaşadım / Büyüttüm özenle yüreğimdeki filizi” Şiir biter. Yıllar sonra bir ilk kitaba atar kendini… 

Özkan MERT: Ankara’da  korkuç bir kalabalığın arasında, Metro’nun merdivenlerinden inerken kulağıma bir cümle çalındı: ‘Ben orta  iki’de kaleciydim’. Kim söyledi bilmiyorum. Ama ‘İşte bu şiir ‘ diye haykırdım, ’Yaşamın şiiri’. Ve bu dizeyle yola çıkarak, ’Ben Orta İki’de Kaleciydim.’ Adlı şiirimi yazdım.

Sennur SEZER: Cem Kabaağaç’ın 1963’te bir sergisinde adı “asılmış” olan mavi bir resim vardı. Soyut bir resim… 15 gün resmi gidip seyrettim. Sonra o resim Soyut şiirinde bir dize oldu: “Bir kadının mavide salınır ayakları..”

Tahir ABACI: Milliyet Sanat dergisinde yayımlanmış, “Gramofonlu Kahvehane” adlı kitabımda da yer alan “Şiir Söyleten Ezgiler” başlıklı yazımdan bir bölüm aktararak sorunuza cevap vermiş olayım: “Halk müziğine gerek icracı, gerek araştırmacı, gerek program yapımcı / sunucu olarak önemli katkılar yapmış olan Mehmet Özbek’in sunduğu bir televizyon programında Mardinli bir ‘ince saz’ ekibinden olağan üstü güzellikte bir ezgi dinledim: “Reyhani”. Karşılıklı söyleşen sazlar, adeta bir ‘roman’ yapıyordu. (Tanpınar, ezgilerin roman yazdığını değil, roman yaptığını söyler.) Pencerem, bitişikteki metruk evin  bakımsız bahçesine bakıyordu. Daha ezgi bitmeden “Müzik şehri kurdu yeniden / Tam ben küçük bahçeden geçerken” dizeleri dilimin ucuna geliverdi ve bu dizeler sonradan Sevdavî adlı kitabımda yer alan “Küçük Bahçe” şiirine dönüştü.”

Yalçın AYDINLIK: Bu biraz ters köşe bir soru. Ressama ”bu resminizi anlatır mısınız?” demek gibi bir şey. Ressam zaten anlatmak istediğini o resmi yaparak anlatmıştır. Kullandığı renkler ve kompozisyon onun anlatım dilidir. Ona ayrıca “ne anlatıyorsun?” denmemesi lazım. Elbette yazılan her şiirin bir hikâyesi ve derdi vardır; bütün şiirlerim ardımdaki ve hatta önümdeki henüz yaşanmamış olan hayatın hikâyesidir zaten.

Zeynep ALİYE: Şiirlerimin büyük çoğunluğu kaderi başkaları tarafından belirlenen insanların hikayelerine dayanır.  Ama şiirlerim de öykülerim gibi uzun uzun özetlenemezler.