Genel Yayın Yönetmeni : MAKSUT KOTO Editör : ENSAR SARGIN

DOSYA KONUSU - GÜLSÜM CENGİZ

''Ey şair öl, değerini bilelim'' ŞİİR DALI E-DERGİ



















ANADOLU’DA KADININ 6000 YILLIK ŞİİRLİ TARİHİ

Üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarında kurulan uygarlıklara ilişkin bilgilere yazılı kültürün olmadığı dönemden kalan yontu, duvar kabartması, vazo resmi; yazılı kültüre geçişle birlikte de kil tabletler vb. arkeolojik buluntuların ışığı altında ulaşabiliyoruz. Özellikle Kybele, Demeter, İştar gibi ana tanrıça figürünü betimleyen yontular; yeryüzünün çeşitli bölgelerinde olduğu gibi Anadolu’da da kadının doğurganlığın ve bereketin simgesi olarak uzun süre kutsandığının ve değer verildiğinin kanıtı olarak çıkıyor karşımıza. Ana tanrıça yontularının birçoğu doğurganlığın simgesi olarak iri kalçalı, geniş karınlı ve iri memeli figürlerdir. Bazen de birden çok memeli yontularla simgelenir ana tanrıçalar. Elinde buğday başakları taşıyan Demeter ya da öteki tanrıça figürlerinde görüldüğü gibi, ana tanrıçalar doğurganlığın ve bereketin yanı sıra, İştar ve Tammuz örneğinde olduğu gibi, yılın döngüsünün yani mevsimlerin de simgesi olarak çıkar karşımıza.

Evrenin tek değişmez yasası değişmektir. İnsan da süreç içinde değişti ve değiştirdi. Bu değişim sürecinde iki cins arasındaki ilişkiler de değişti. Sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla birlikte, kadın da erkeğin sahip olduğu sürü, toprak, kölelerle birlikte erkeğin malı olarak değerlendirildi. O dönemde ortaya çıkan devlet de, erkeğin kölelerine ve kadınlara karşı kesin üstünlüğünü sağlayan yasalar, hukuk kuralları ve uygulamalarla geldi. Anaerkil aile yapısından ataerkil aile yapısına geçildi. Bir üst yapı kurumu olan din de değişti. Kadın tapımının ve kadın tanrıçaların yerini giderek erkek tanrılar aldı. Ama bu, yine de belirli bir zaman sürecinde ve aşama aşama oldu. Kadının kutsallığı, kimi dinlerde dini simgeleyen erkeklerin kadın görünümünü sürdürmesiyle kendisini gösterdi; Şamanizm’de şamanların kadın giysilerine bürünmesi, eski Mısır’da tanrı kabul edilen firavunların, kadın gibi giyinip süslenmesi vb. uygulamalarda olduğu gibi...

Anaerkilden ataerkil yapıya geçişle birlikte tanrıça figürleri yerini tanrı figürlerine terk etmiştir. Tanrıça yontularının, tanrıçalara yapılan tapınakların yerini tanrı yontuları ve tanrılar için yapılan tapınaklar alır. Mitolojiye göre, Olimpos tanrılarının en güçlüsü olarak anılan Zeus, Baba Tanrı olarak nitelendirilir. Gücün erkeğe geçişini, erkek tanrı figürleri ve erkeklik organı olan fallus simgeler. Kadının kötülüklerin kaynağı olarak görülmesi, kirli ve pis olarak nitelendirilmesi, aşağı bir yaratık olarak değerlendirilip ona kötü davranılması, anaerkilden ataerkil topluma geçiş sırasında ve sonrasında ortaya çıkan bütün dinlerde görülmektedir. Tek tanrılı dinler olan Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık’ta ve bu dinlerin görüşlerini ortaya koyan kutsal kitapların hepsinde ilk insanlar olarak tanımlanan Âdem ile Havva söylencesi yer almaktadır. Söylenceye göre; kadın, erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış ve erkeğin günah işlemesine, bunun sonucunda da cennetten kovulmasına neden olmuştur. Aralarında bazı küçük ayrımlar olmasına karşın, her üç kitapta da kadının günahı, kötülüğü simgelediği vurgulanmıştır. İlk kadınla ilgili İbranilerin kutsal kitabı Tekvin’de Lilith’den söz edilir. Lilith, Adem ile eşitlik savında bulunup onun her istediğini yapmak istemez. Adem istediğini yaptırmak için güç kullanmaya kalkıştığında Lilith, bir anlık öfkeyle Tanrının sihirli isimlerinden birini söyleyip göğe çıkarak onu terk eder. Bunun üzerine yeniden yaratılan Havva, ilk kadın olarak anılır. Âdem’e yani erkeğe karşı duran, “seninle eşitiz” diyen Lilith’in adı ise, Âdem’in ilk eşi ve ilk kadın olarak anılmamıştır. Ondan, çocukların boğazını keserek öldüren, yalnız yatan erkeklerin rüyalarına girip günaha sokan bir iblis ve kötülüğün kaynağı olarak söz edilmiştir. ‘Lilith’, Babil-Asur sözcüğü olan lilitu’dan “dişi ifrit ya da rüzgâr-ruhu” türemiştir. Lilith’in yeni doğan çocukların boğazını kestiğine dair bu söylencenin izlerine Ortadoğu’da, Mezopotamya’da ve Anadolu’daki “Al karısı” söylemlerinde de rastlanmaktadır.

SÜMER, ASUR VE BABİL ŞİİRLERDEKİ KADIN GÖRÜNTÜLERİ

Eski uygarlıklardan günümüze gelen yontuların yanı sıra günümüze kalabilen kil tabletlerdeki metinlerde, destan ve şiirlerde de bereketin simgesi olan ana tanrıçaya övgü, ana tanrıçaya yakarı, aşka güzelleme vb. söylemlerin dile getirilmesinin yanı sıra kadınların değişmeye başlayan toplumsal durumu da ortaya konmaktadır. Mezopotamya bölgesinde doğup gelişen Sümer, Asur ve Babil uygarlıklarında toplumsal yaşam, dinsel inanışlar ve kültürel özellikler benzerlik gösteriyordu. Babil’in baş tanrıçası İştar bereket tanrıçasıydı. İştar aynı zamanda Asurluların da baş tanrıçasıydı. Babillilerin ve Asurluların tapındıkları tanrılarla ilgili söylencelerin çoğu, tarihte bilinen en eski uygarlıklardan olan Sümer kaynaklıdır. Sümer söylencelerinden birinde Âdem ile Havva öyküsüne benzer bir öykü anlatılmaktadır. Bu olgu, Mezopotamya’da doğup gelişen üç büyük dinin kutsal kitaplarında yer alan Adem ile Havva anlatısının da bu Sümer söylencesine dayandığını düşündürmektedir.

Tarihin en eski yazılı destanı olan Gılgamış Destanı, bu döneme ilişkin söylencelere dayanmaktadır. Gılgamış Destanı’nda kadınların durumunu ve kadınlara bakış açısını ortaya koyan anlatılara da rastlanır. Gılgamış, acımasız, güçlü bir kraldır. Halkı onu tanrı Anu’ya şu sözlerle şikayet eder: “Gılgamış bırakmıyor hiçbir kızı sevdiğine, bir yiğitin söz kesilmiş kızını bile!” Bu sözler, Gılgamış’ın sınır tanımayan cinsel yaşamıyla Zeus’un cinsel yaşamı arasında büyük bir benzerlik olduğunu ortaya koymaktadır.  Tanrıça Aruru onunla başa çıkması için, kilden yoğurduğu Enkidu’yu yaratır. Gılgamış Enkidu’yu yok etmek için, avcıya bir kadını kullanılmasını söyler. Ki bu olgu da Zeus’un, insanları cezalandırmak için -bir kadını kullanması- Pandora’yı yaratıp insanlara göndermesi olayıyla büyük bir benzerlik göstermektedir. Bu olayı anlatan dizelerde erkeği etkisiz duruma getirenin kadın olduğu belirtilmektedir. Destanda sokak kızı, yosma olarak tanımlanan kadın Enkidu’yu alıp kente götürür. Yolda bir adamla karşılaşırlar. Enkidu adama neden telaşlı olduğunu sorar. Adam bir düğüne gittiğinden söz eder ve şöyle sürdürür sözlerini: “lezzetli yemeklerle donatmam gerek/ düğün sofrasını./ Büyük Alanlı-Uruk’un kralı için/ açıktır perde, kocaya ayrılan perde yalnız,/ Büyük Alanlı-Uruk’un kralı Gılgamış için/ açıktır perde, insanı gözlerden saklayan perde/ kocanın yasal perdesi./ Gelinlik kızla önce o yatar,/ ondan sonra kocanın sırası gelir,/ Böyledir Tanrı’nın yargısı:/ Daha göbek bağı kesildiğinde/ Tanrı bunu böyle belirlemiştir!” Adamın verdiği yanıt, feodal toplum döneminde de uygulanan, derebeyin evlenen genç kızların üzerindeki “ilk gece hakkı” uygulamasının kaynağının Sümerlilere kadar uzandığını gösterir. Üstelik bu hakkı da dinsel kurallara bağlar. Gılgamış Destanı’ndaki kadın görüntüleri ve kadınlara yönelik söylemler; ataerkil düzenin hâkim olduğu Sümer, Asur ve Babil’de kadının toplumsal yaşam içindeki yerini belirgin biçimde ortaya koyar. Bununla birlikte; daha sonra İştar için yazılan şiirler, yakarılar anaerkil dönemde büyük gücü olan tanrıçanın halkın üzerindeki etkisini uzun süre yitirmediğini de ortaya koymaktadır. Akad kralı Büyük Sargon’un kızı olan Enheduanna; yeryüzünde bilinen ilk yazar ve şair olarak değerlendirilir. Babası tarafından Ur kentindeki Ekişnugal tapınağına başrahibe olarak görevlendirilen Enheduanna, Sümerlerin aşk tanrıçası İnanna için şiirler yazmıştır

Türkiye’deki ilk Sümerolog Muazzez İlmiye Çığ’ın, Sümerli Ludingirra adlı kitabı da kadınların o dönemdeki durumuna ve toplumsal yaşam içindeki konumuna ışık tutan önemli bir kaynak niteliğindedir. Romana adını veren Ludingirra bir erkek şair, yazar. Ancak kendisinin ve çevresindekilerin yaşamını anlatırken o dönemde yaşayan kadınların toplum içindeki yerini de belirleyen sözlere yer vermiş. Sümerli Ludingirra’nın, eşi Navirtum’un ölümünden duyduğu acıyı anlatan şiir de oldukça ilginç bir örnektir: “Kötü bir göz annelerin en üstününe,/ Tatlı hanıma, annelerin üstün güzeline bir göz değdi./ Navirtum, bereketli yaban ineği, gukkal kabı gibi kırıldı.”/..../ Onun sevgili kocası yapyalnız,/ Nippur’da, şehrinde yapyalnız/ Ludingirra, onun sevgili kocası yapyalnız./ Nerede şimdi güzel ağız, cazibeli ağız, cana yakın ağız”

“Navirtum’u kaybettikten sonra bir daha evlenmek istemedim. Onun getirdiği bir köle kız vardı. O bir hayli büyümüş olduğundan, onunla yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum. Çok terbiyeli, saygılıdır. Babası küçük iken ölüp annesi üç çocukla kalınca çocuklara bakmakta güçlük çektiğinden, onu Navirtum’un ailesine köle olarak satıyor. Onlar da onu Navirtum’a çeyiz olarak verdi.” Görüldüğü gibi, bu metinde Ludingirra, üst sınıftan bir kadın olan Navirtum’u överken, daha çok kendi yalnızlığına yazıklanmaktadır. Şiirin altındaki, karısı öldükten sonra birlikte yaşadığı köle kızı anlatan bölüm ise özellikle dikkat çekicidir. Küçükken babası öldüğü için annesi tarafından Navirtum’un ailesine satılan, Navirtum’un çeyiz olarak getirdiği ve karısının ölümünden sonra Ludingirra’nın birlikte yaşamaya başladığı köle kızın adı belirtilmemiş bile.

Aynı kitapta, alt sınıftan olup bedenini satarak yaşadığı için toplum dışına itilmiş kadınlar, Kirli Kapı bölümünde anlatılmaktadır. Üst sınıftan genç kızların ise, rahibe olup tapınakta yaşamaya hakkı vardır. Bayramlarda ve dini törenlerde arp çalıp şarkı söyleyen rahibelerin bir görevi de, tapınakta genç erkeklerle birlikte olup onların ilk cinsel deneyimlerini yaşamalarına yardımcı olmaktır. Kitapta, Ludingirra’nın kızının rahibe olup çeyiziyle birlikte tapınağa gidişi de anlatılmaktadır. Sumerli Ludingirra’da kadının tanrıça, ana, eş, köle, fahişe ya da iyi aile kızı-rahibe biçiminde nitelendiği metinlerin yanı sıra; kimi adı belirtilmemiş Sümerli ozanlara, kimi Ludingirra’nın kendisine ait şiirlere de rastlıyoruz. Hem kitaptaki anlatımlar hem de şiir örnekleri, 4000 yıl önce Mezopotamya’da yaşayan Sümerlerin köleci sistem içindeki yaşayışlarına ve kadınların toplumsal yaşam içindeki yerlerine ilişkin önemli ip uçları sunmaktadır.

Kadınların toplumsal yaşam içindeki yerleri değişse bile, kadının kutsandığı dönemin etkileri, insanların yaşamında uzun süre kendisini göstermiştir. Milattan önce 2000 yıllarında Babillilerin İştar ve Beltil için yazdıkları şiirler bu durumu ortaya koymaktadır: İştar için; “Övün tanrıçayı, en görkemlisini tanrıçaların,/ kutsanmış olsun o uluslar hükümdarı, en büyüğü/ İgugu’ların./….../ Kim, büyüklükte kim boy ölçüşebilir onunla?/ Güçlüdür, yücedir, görkemlidir buyrukları./ İştar! Büyüklükte kim boy ölçüşebilir onunla?/ Güçlüdür, yücedir, görkemlidir buyrukları.” dizeleri yazılmıştır. Babil’de yazılan İştar şiiriyse baştan sona yakarı içermektedir. Beltil için yazılan şiir şu dizelerle başlar: “Kadınım,/ bize nimetler veren Kadınım, Bağışlayan Kadınım,/ bağışlayan Kadınım,/ öfkelenmeyen Kadınım, bize nimetler bağışlayan/ Kadınım,/‘‘Kadınım’’ onun adıdır, yer ve gök ıssı Damkiyanna’nın/ adıdır,”

ANTİK ÇAĞ ANADOLU ŞİİRİNDE KADINLAR

Antik çağda Ön Asya, Anadolu ve Ege-Akdeniz bölgelerinde yazılmış destanlarda ve şiirlerde; o dönemde kadına bakış açısına ve  kadınların toplumsal yaşam içindeki yerlerine tanıklık eden dizelere de rastlanır. Homeros (İÖ 9. ya da 8. yüzyıl) ve Hesiodos (İÖ 8. yüzyıl), köleci sistem döneminde Ege bölgesi başta olmak üzere, Anadolu topraklarında yaşanan olayları destan şiirlerle anlatan İyonyalı şairlerdir.

Her iki ozanın destanlarında da ozanların cinsler konusundaki ayrımcı yaklaşımına ya da başka bir deyişle, ozanların o dönemde geçerli olan değer yargılarını dışa vurdukları dizeler yer almaktadır. Homeros’un İlyada destanında kadın sözcüğünün hakaret ve aşağılama olarak kullanıldığı dizelere de rastlanmaktadır. “Akha oğulları denmez size artık,/ Akha kadınları demeli,/ sizi aşağılık herifler sizi.” (..) Halktan bir adam olan Thersites’in Kral Agamemnon’u eleştirmesini betimleyen bu dizelerde kadın sözcüğünün bu dönemde de aşağılama aracı olarak kullanıldığını görüyoruz.

Egemen sınıftan olsa bile kadının kendi özel yaşamında sözü geçmez; o alınır, onunla evlenilir... Homeros’un İlyada’sındaki en güçlü kadın figürlerinden biri Odysseus’un karısı Penelope’dir. Odysses ile Penelope arasındaki ilişki; köleci toplumdaki kadın erkek ilişkisine de güzel bir örnektir. Odysseus Troya Savaşına gidince Penelope on yıllar boyunca bekler eşini. Kendisiyle evlenmek için baskı yapan talipleri hiç bitmeyen bir kumaş dokuyarak oyalamaya çalışır. Penelope’nin bu bekleyişi, Odysseus’un anası Antikleia’nın ağzından şu sözlerle duyurulur Odysseus’a: “Karın büyük bir sabırla bekler seni evinde,/ gündüzleri ağlaya ağlaya tüketir kendini,/ bir geceler geçirir ki düşman başına...” Odysseus ise, bu süre içinde Kral Alkinoos’un kızı Naussika da olmak üzere birçok kadınla çeşitli serüvenler yaşar. Yıllar sonra İthaka’ya döndüğünde de yeniden Penelope’yle birleşir.

Antik çağdaki kadın özverisine en önemli örneklerden biri de Alkestis’tir. Alkestis, Pherai kentinin kralı ve bir Argonaut olan Admetos’un karısıdır. Alkestis’in evlenmesi de eşiyle ilişkisi de ilginçtir. Babası onu ancak, bir yaban domuzuyla bir aslanın çektiği arabayı sürebilen birine vereceğini söyler. Admetos, Apollon’un yardımıyla bu koşulu yerine getirir ve Alkestis’le evlenir. Ne var ki Artemis’e adak sunmayı unutan Admetos, tanrıça tarafından cezalandırılır. Apollon, düğüne gelen yazgı tanrıçalarından söz alır. Admetos’un ölüm günü geldiğinde eğer kendi yerine bir can bulabilirse yaşamı kurtulacaktır. Ölüm günü geldiğinde Admetos önce anasına gider kendi yerine canını versin diye. Anası kabul etmez. Sonra babasına gider, babası da kabul etmez. Karısıyla vedalaşmak istediğinde, Alkestis, onun yerine seve seve canını vereceğini söyler ve verir de… Ancak, bu özveri öyküsü mutlulukla sona erer. Yiğit Herakles, yer altı dünyası Hades’e inip Alkestis’i ölüler dünyasının ecesi Persephone’nin elinden kurtarır ve kocasına geri getirir. Özverili ve adanmış kadın tipine önemli bir örnek oluşturan Alkestis’in bu öyküsü, Yunanlı tragedya yazarı Euripides’in yazdığı Alkestis adlı yapıtın da konusunu oluşturmuştur.

Homeros’tan sonra ikinci en büyük kaynak olarak değerlendirilen Hesiodos’un (Tanrıların Doğuşu) ile İşler ve Günler adlı yapıtları vardır. Hesiodos, bu yapıtlarında Yunan tanrılarının ve tanrıçalarının yaşamlarını uzun uzun işlemiştir. Kaynaklarda İyonyalı bir çoban olarak geçen Hesiodos’un ilk kadının yaratılışını anlattığı Pandora söylencesi, Prometheus söylencesiyle birlikte verilir. Bu anlatıdaki kadın betimlemesi, her kötülüğün kadından geldiği vurgusu, dönemin kadınlara bakışını oldukça somut olarak dışa vurmaktadır.

“Zeus gizledi besini insandan,/ Ama İapetos’un güçlü oğlu Prometheus/ Çaldı Zeus’un ateşini insanlar için,/ Sakladı onu nartex kamışının içinde./ Kızdı bulut devşiren Zeus, dedi ki ona: “İapetos oğlu, sivri akıllı kişi,/ Seviniyorsun ateşi çaldın, beni aldattın diye,/ Ama bil ki dert açtın kendi başına da:/ Aldığın ateşe karşılık bir bela/ Öyle bir bela salacağım ki insanlara, Sevmeye, okşamaya doymayacaklar bu belayı.”/ Böyle dedi ve kah kah güldü insanların ve tanrıların babası./ Namlı şanlı Hephaistos’u çağırdı hemen:/ “Bir parça toprak al, suyla karıştır dedi,/ İçine insan sesi koy, insan gücü koy,/ Bir varlık yap ki yüzü ölümsüz tanrıçalara benzesin,/ Bedeni güzelim genç kızlara./ Athena, sen de ona elişlerini öğret dedi,/ Renk renk kumaşlar dokumasını öğret./ Nur topu Aphrodite, sen de büyülerinle kuşat onu,/ İstekler, arzularla tutuştur gönlünü./ Yüz gözlü devi öldüren Hermeias, sen de/ Bir köpek yüreği, bir tilki huyu koy içine.”…“Ses koydu içine o tanrılar kılavuzu/ Ve Pandora adını taktı./ Pandora demek bütün tanrıların armağanı demekti,/ Çünkü bütün Olymposlular insanların başına bela etmişti onu.” Zeus Pandora’nın eline bir kutu verir ve onu yeryüzüne gönderir. Sonrasını şu dizelerle anlatır Hesiodos: “Eskiden insanoğulları bu dünyada/ Dertlerden, kaygılardan uzak yaşarlardı,/ Bilmezlerdi ölüm getiren hastalıkları./ Pandora açınca kutunun kapağını,/Dağıttı insanlara acıları, dertleri./ Bir tek umut kaldı dışarı çıkmadık/ Kapağı açılan dert kutusundan./ Umut tam çıkacakken Pandora kapamıştı kapağı,” Bu söylencede de bütün kötülüklerin kaynağının kadın olduğu vurgusu yapılmaktadır.
                         
İsa’dan önce 600’lü yıllarda yaşayan şair kadın Lesboslu Sappho’nun tutkulu şiirlerinde aşk, kızlık ve kadınlık yüceltilir; kadınların aşk acılarına, özlemlerine tanıklık edilir. Tanrıça Afrodit’e seslenen bazı şiirlerinin, Milattan önce 2300 yıllarında yaşayan Sümerli şair Enheduanna’nın tanrıça İnanna’ya seslenen şiirlerini çağrıştırdığı söylenmektedir. Sonraki dönemde yaşayan Anadolulu ozanların şiirlerinde de kadınlar için yazılmış ya da kadın yaşamlarını anlatan dizelere rastlanmaktadır. Bu şiirlerin kiminde kadınların, genç kızların yaşamları, özlemleri anlatılırken, kimi de dönemin kadına bakış açısını ortaya koymaktadır. 6. yüzyıl ozanlarından Phokylides’in şu dizeleri, Hesiodos’un, Pandora’nın yaratılışı sırasında kadın beynini ve yüreğini hayvanlarla özdeşleştirmesini çağrıştırmaktadır: “Şunu da dedi Phokylides: İşte dört soyu/  kadınların: köpek soyundan gelenler; arıdan,/ tüyü kabarmış domuzdan, uzun yeleli kısraktan.” Batı Anadolulu antikçağ ozanlarının yazdığı şiirlerde çeşitli kadın resimleri çıkar karşımıza: Argonotlara yardım eden Nereus kızları, deniz kazasında boğulan Lysidike, haylaz ve kumarbaz oğlu Kottalos’tan yakınan Metrotime ana, yaşamının ilkbaharında ölümün aldığı Theodota, Lesboslu bir genç kız, korkudan titreyen bir genç kız, bakire kız, doğumda ölen kadın… Bu ozanların şiirlerinde daha çok halktan kadınların, genç kızların yaşamlarına rastlanmaktadır. Halikarnassoslu Herakleitos, yeni gömülmüş bir kadının mezar taşındaki sözleri anlatan dizeler yazar. ‘‘Ey yabancı, ben Aretemias, memleketim Knidos./ Karısıydım Euphro’nun, kurtulamadım doğumda,/ ama bir ikizim oldu, birini kocama bıraktım/ tutsun diye elinden kocayınca, öbürünü/ yanımda götürdüm, hatırlatsın diye bana onu.”
                    
ESKİ TÜRK METİNLERİNDE, DEDE KORKUT DESTANLARINDA

Sumer uygarlığındaki kadın tanrıça tapımı, Anadolu’da bereket tanrıçası İştar’a yakarışlarda olduğu gibi daha yakın zamanlara denk gelen dönemlerde üstün nitelikli ve doğa üstü güçleri olduğuna inanılan kadın analara yakarma, onlardan umar bekleme biçimine dönüşmüştür. Bu kadın karakterler için söylenen şiirlerden anlaşıldığı gibi kiminde çocukların korunması istenir, kiminde et, şarap ve bereket… Televüt Türklerinde Çocukların Koruyucusu May Ana’ya şu dizelerle seslenilir: “Ateş Ana, otuz kez başlardan taç giyen/ kırk başlı kız,/ pişkinliği veren sensin pişmiş nesneye,/ buzların biçimini bozan sensin;/ yaklaş bize, çevremizi dolan,/ baba gibi ol bize!/ Yaklaş bize, çevremizi dolan,/ ana gibi ol bize!”

Kuzey Kafkasya’da Nartlar, Satana Ana’ya şöyle yakarırlar: “Oy sevgili sultanımız Satana,/…./ Oy sandıkların et dolu, ellerin cömert;/ oy siyah şarap getir sen bize,/ oy siyah şarapla kızarmış et,/ oy şırıl şırıl siyah şarap,/ oy kızarmış et, çıtır çıtır,/ oy sevgili sultanımız Satana,/ oy zengin yaşayışlı Satana!/ Oy bazlamalar getir bize,/

Dede Korkut Destanları

13. yüzyılda kuzeydoğu Anadolu’ya göçle gelip yerleşen Türkmenlerin arasında ortaya çıkan Dede Korkut Destanlardaki anlatılarda ve şiirlerde, kadınların toplumsal yaşam içindeki durumunu ve erkeklerin kadın üzerindeki egemenliğini, kadına bakış açısını ortaya koyan önemli ip uçlarına rastlarız. Destanın giriş bölümündeki anlatılarda erkeklerin yüceltildiği, kadınların aşağılandığı, hatta bazı kadınların eşek soyundan geldiğini belirten söylemler vardır: “…yönünü öteye kalçasını kocasına döndürür; kocasının sözünü kulağına koymaz. O Nuh peygamberin eşeği asıllıdır. Ondan da sizi, hanım, Allah saklasın. Ocağınıza bunun gibi kadın gelmesin.”

Dede Korkut Destanlarında soylu sınıftan olan han, hakan ya da bey kızları, han eşi hatunlar görece olarak öteki kadınlara göre daha özgür ve hak sahibi görünür. Çevrelerinde onların işlerini gören, arkadaşlık eden kırk ince belli kız vardır. Bu kızların savaşlardan, yağmalardan alınıp getirildiği de destanlardaki söylemlerden anlaşılmaktadır. Kadının kutsandığı dönemden kalma kimi söylemlere, az da olsa bu destanlarda da rastlanmaktadır. Dirse Han oğlu Boğaç’ın yarasının iyileşmesi için kendisine “Dağ çiçeği, ananın südü sana merhemdir” denmiştir. Bunun üzerine Hatun, kırk ince kızın devşirdiği dağ çiçeğiyle südünü oğlunun yarasına sürerek onu iyileştirir.

Bununla birlikte destanlardaki söylemlerden, öykülerin anlatıldığı dönemin toplumsal koşulları ve din kurallarının etkisiyle kadınların haklarını yitirdiği, kendi yaşamlarıyla ilgili konularda bile söz ve karar sahibi olmadığı anlaşılmaktadır. Kadınlar, hangi sınıftan olursa olsun evlat olarak babasına, eş olarak kocasına ve daha sonra da yetişkin oğluna bağımlıdır. Destanlarda; erkeklerin soylu sınıftan olmasına karşın eşlerine ya da analarına kaba sözler söylediği, dövmekle korkuttuğu söylemlere de rastlanmaktadır. Dirse Han Oğlu Boğaç Han Hikayesi’nde; çocuğu olmadığı için Bayındır Han tarafından Kara Çadır’a oturtularak aşağılanan Dirse Han çok öfkelenir. O öfke ile karısının yanına gidip şunları söyler: “Han kızı! Yerimden kalkayım mı?/ Yakanla boğazından tutayım mı?/ Kaba ökçem altına alayım mı?/ Kara çelik öz kılıcımı elime alayım mı?/ Öz gövdenden başını keseyim mi?/ Can tatlılığını sana bildireyim mi?/ Alca kanını yeryüzüne dökeyim mi?/ Han kızı! Sebebi nedir, söyle bana,/ Çok kızıyorum şimdi sana.”

Aynı söyleme Salur Kazan’ın Evinin Yağmalanması Hikayesi’nde de rastlanır. Bu kez Kazan’ın oğlu Uruz, anası boyu uzun Burla Hatuna söyler aynı sözleri. “Ağzın kurusun ana! Dilin çürüsün ana! Ana hakkı, tanrı hakkı olmasaydı da, kalkıp yerimden doğrulsaydım, yakanla boğazından tutaydım, kaba ökçemin altına alaydım, ak yüzünü kara yere tepeydim, ağzından burnundan kan boşandıraydım, canının tatlılığını sana göstereydim.”

Destanlardaki öykülerde kadınların yazgısının hep erkekler tarafından belirlendiğini görürüz. Kam Büre Bey Oğlu Bamsı Beyrek Hikayesi’nde, Bamsı Beyrek ile Banı Çiçek’in henüz doğmadan beşik kertmesi ile sözlendiği anlatılır. Kızlar, kadınlar savaş tutsağı, eğlence nesnesi ya da herhangi bir eşya gibi birine verilecek bir nesne olarak görünür; “kuşun alaca kanını, kumaşın iyisini, kızın güzelini, altın işlemeli çuhayı hanlar hanı Bayındır’a beşte bir çıkardılar.”

Bu destanlarda da Homeros destanlarında olduğu gibi kadınların, genç kızların erkeği için çeşitli özverilerde bulunması, savaşa giden erkeğini beklemesi, hatta onun uğruna canını bile vermek istemesi söylemlerine rastlanmaktadır. Kadın özverisiyle ilgili en tipik örnek Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Hikayesi’nde karşımıza çıkar. Deli Dumrul, Azrail’e kafa tutar, Azrail canını almaya gelir. Deli Dumrul yalvarınca, kendi yerine can verecek birini bulursa onu bırakacağını söyler. Deli Dumrul’un anası da babası da onun yerine can vermeyi kabul etmezler. Deli Dumrul, eşiyle helalleşmek üzere gider. Ona kendisi öldükten sonra mallarını bıraktığını söyler. Kadın ise ona şu yanıtı verir: “Senden sonra bir yiğidi/ Sevip varsam birlikte yatsam/ Ala yılan olup beni soksun/ Senin o korkak anan baban/ Bir canda ne var ki sana kıyamamışlar?/ Yer tanık olsun, gök tanık olsun,/ Güçlü Tanrı tanık olsun/ Benim canım senin canına kurban olsun!”

Bu öyküdeki kadının sevdiği erkek için kendi canından vazgeçmesi olgusu, mitolojideki Admetos ve Alkestis’in öyküsüyle büyük bir benzerlik taşımaktadır. Bu öykü de  tıpkı Alkestis’in öyküsündeki gibi kocası için kendi canından vazgeçen özverili kadının ödüllendirilmesiyle, yani canının bağışlanmasıyla son bulur. Ne var ki Alkestis’in adını taşıyan bir oyun bulunmasına karşın, Deli Dumrul’un karısının adı bile bilinmemektedir.

HALK ŞİİRİMİZDEKİ KADIN GÖRÜNTÜLERİ

Kültürümüzün önemli kaynaklarından olan halk edebiyatımız, bin yıllar boyunca Anadolu topraklarında yaşayan kadınların durumlarını yansıtması açısından önemli ip uçları sunar bize. Yazılı kültüre geçişten önce üretilip günümüze dek ağızdan ağıza aktarılarak gelen ve özellikle kırsal kesim kadınlarının verimleri olan ninni, ağıt, yakım, türkü ve maniler kadın yaşamlarına, kadınların duygularına, özlemlerine ve sorunlarına dair önemli tanıklıklardır. Kadınlar; dile getiremedikleri üzüntüyü, durumlarından şikayeti, övgü ya da yergilerini, sevgi ve ilgilerini, çocukları için tasarladıkları güzel yaşam isteğini hep ninnilerle dile getirmişlerdir. Kiminde gurbete giden eşe özlem ve ayrılık üzüntüsü, kiminde yoksulluk, kiminde başka kadınların peşinde koşan babaya öfke, kiminde çocuğun büyüyüp annesine bakma umudu ve annesinin öcünü alması isteği, mutsuz evliliğini çocuğu nedeniyle sürdürdüğü vb. durumlar konu edilmiştir. Hatta, Anadolu insanı için yeni bir toplumsal durum olan Almanya’ya çalışmaya giden babadan bile söz edilmektedir ninnide.

Halk türkülerimizin önemli bir bölümü de kadın ağızlıdır; kına türküleri, asker ağıtları, gurbet-özlem türküleri, Burçak Tarlası örneğindeki gibi iş türküleri kadınlar tarafından söylenmiştir. Bu türkülerin çoğunda savaşlara, gurbetlere giden  (son dönemlerde Almanya göçü de konu olmuştur türkülere) sevdiğini bekleyen, özleyen, acı çeken kadınlar vardır.  Kına türküleriyse genellikle kızın anasının ya da gelin kızın ağzından söylenmiştir. Kiminde hüzün, kiminde sitem vardır. “Ağ elime mor kınalar yaktılar/ kaderim yok gurbet ele sattılar/ on iki yaşımda gelin ettiler/ ağlar ağlar gözyaşımı silerim of of/ Merdivenden indim indim yıkıldım/ mevlam izin verdi yine dikildim/ her çiçekten aldım aldım takındım/ kırmızı gül sende kaldı muradım of of.”, “Baba kızın çok muyudu/ bir kız sana yük müyüdü/ kör olası emmilerim/ hiç oğlunuz yok muyudu?”

Halk türkülerimizden “Selam da Söyleyin Mahmut’uma” türküsünde, sevdiği erkek için özveride bulunan kadın karakteri çıkar karşımıza. Kim bilir hangi nedenden hapse düşen Mahmut önce babasına haber salar; beş bini, on bini yapsın da kendisini mahpustan çıkarsın diye. Babası olumsuz yanıt verir. Sonra anasına seslenir Mahmut; anası da olumsuz yanıt verir. En sonunda Mahmut nişanlısına seslenir kendisini mahpustan kurtarması için. Kız; “Yüzüğümü bileziğimi satarım aman/ beş bini on bini yaparım aman/ kurtarırım seni zindandan…” sözleriyle yanıt verir sevdiğine. Bu öyküyle, sonunda ölüm olmasa bile, mitolojideki Alkestis-Admetos, Dede Korkut Masallarındaki Deli Dumrul ve hatunu öyküleri arasında büyük bir benzerlik vardır.

Atasözleri

Atasözleri, adı üstünde genellikle erkekler tarafından ve erkek bakış açısıyla üretilmiş sözlerdir. Hâlâ söylenegelen atasözlerinin bazılarında kadını aşağılayan, küçümseyen, cins ayrımcılığını körükleyen ve insan haklarına aykırı olanlar da bulunmaktadır. “Kadın erkeğin şeytanıdır.”, “Beylere ve avrada inanma, akar suya güvenme.”, “Karı sözüne bakan adam değildir.”, “Kadın sopayı kocasına eliyle verir.”,”Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin.”, “Erkek korkusu, Allah korkusu”, “Avrat attır, gemini boş tutma.”, “Kadının bir aklı, erkeğin dokuz aklı vardır.”, “Eşsiz avrat, yularsız at gibidir.”,“On beşinde kız ya erde gerek ya yerde.”, “Erkeği okutursan kadı, kızı okutursan cadı olur.” Atasözleriyle ortaya konan bu ataerkil bakış açısına ve kadının küçümsenmesi olgularına kimi halk şiirlerinde de rastlanmaktadır.

Halk Şiirinde Kadın
     
Halk şiirimizin günümüze gelebilen ilk örneklerinde kadın genellikle özne değildir; üzerine şiir yazılan bir nesnedir. Bazı ozanların dizelerinde ise, kendi eşlerinden ya da tanıdıkları kimi kadınlardan yola çıkarak, kadınları bütünüyle küçümseyen ve aşağılayan sözlere rastlanmaktadır. Bu dizelerle dışa vurulan düşünce ya da yargıları, kuşkusuz o dönemin toplumsal yaşamı içinde kadının yerini ve kadına bakışı belirleme konusunda önemli bir ipucu olarak da değerlendirebiliriz. Buna bir örnek olarak, 15. yüzyıl ozanlarından Kaygusuz Abdal’ın bir şiirindeki kadın betimlemesini verebiliriz. Kaygusuz Abdal’ın “Ağlar avradın kötüsü/ dizini diker oturur/ işinin kolayın bilmez/ yüzünü yıkar oturur” dörtlüğüyle başlayan “Ağlar Avradın Kötüsü” adlı şiirinde baştan sona belirgin biçimde kadını aşağılayan dizeler vardır. Âşık İhsani’nin “Uzun Dilli” şiirinde, Kaygusuz Abdal kadar ağır sözler kullanılmasa da kadından yakınma söz konusudur; “Yüce Tanrım hiç kimseye/ uzun dilli karı verme/ bana verdin düşmanıma/ uzun dilli karı verme.” Daha yakın dönem ozanlarından Âşık Talibi’nin “Erkeklerin Yüze Gülen Düşmanı” şiiri baştan sona kadınları kötüleyen dizelerle doludur. “Erkeklerin yüze gülen düşmanı/ Önünüze kuyu kazan kadınlar/ Belli olmaz her birinin pilanı/ Arkamızdan dudak büken kadınlar/…./ Kör şeytandır kadınların hocası/ Doğru yola gitmez genci, kocası/ Dost görünür düşman olur nicesi/ Ters yel gibi devre esen kadınlar.” Şiir, ozanın, eğer kadınlar onu üzmeseydi beş yüz sene yaşayacağını belirttiği dizesiyle sona erer.

Halk şiirimizin yakın dönem örneklerinden bazılarında sevilen, ilgi duyulan kadına övgü niteliğindeki dizelerin yanı sıra, giyim kuşam biçimi ve çok ender olarak da onun yaşam ve çalışma koşulları dile getirilmiştir. Âşık Feryadi’nin “Göçmen Kızı Acıyorum” şiirindeki “Göçmen kızı acıyorum/ hallerine yavru senin/ bir kötü er bağcı olmuş/ güllerine yavru senin”; Âşık Süleyman’ın “Bir Güzele” başlıklı şiirindeki “Çamaşır yıkamış ev içinde geziyor/ Güzel çirkin diye beni üzüyor/ Şu tatlı canıma ferman yazıyor/ Güzel sensin güzel benim neremde/…../ Sığamış kolları billur bilekli/ Şahin bakışlı da arslan yürekli/ Kınalı beşikli körpe bebekli/ Güzel sensin güzel benim neremde”; Habib Karaaslan’ın “Sevdiğim Tarlada Ekin İşinde” şiirindeki “Elinde orağı ırgatlık yapar/ yolu bir gün bizim tarlaya sapar/ Sağacı’dan gelmiş üstünü çırpar/ üzerinden çıkan tozunda gönlüm.” dizeleri bunlardan bazılarıdır. Yusufelili Huzuri’nin Yaz Olanda Yaylalarda şiirinde, tarlada çalışan, halı dokuyan ve çobanlık eden köylü kızlarının emeklerine hayranlık duygusu öne çıkar.

Kına türküleri ya da ninniler gibi, genç ölümler için ağıt, yakım gibi verimler de çoğu kez kadınlar tarafından söylenmiştir. Bununla birlikte adı bilinen halk ozanlarımızdan bazıları da kadınlar, genç kızlar için ağıt türünde şiirler yazmışlardır. Bunların en bilineni, 19. yüzyıl ozanlarından olan Kağızmanlı Hıfzı’nın yazdığı “Sefil Baykuş Ne Gezersin Bu Yerde?” şiiridir. Şiirdeki“Civan da canına böyle kıyar mı/ hasta başın taş yastığa koyar mı/ ergen kıza beyaz bezler uyar mı/ al giy allı balam şalların hani” dizelerinden de anlaşılacağı gibi nişanlıyken ölen amca kızı Ziyade’ye bir ağıt niteliğindedir. Hüseyin Çırakman’ın “Elinde Kınası Solmamış Gelin” şiiri de verem olup ölen bir yeni geline yazıklanan dizelerle doludur. “İki gün evinde kalmamış gelin” elinin kınası solmadan tarlaya çalışmaya götürülmüştür. Şiir, kadının hiç yaşamadan ölen yaşamına yazıklandığı dizelerle sona erer.

Halk şiirinde, ender de olsa, haksızlıklara başkaldıran, kötü koşullara karşı mücadeleye atılan kadınlardan övgüyle söz edildiğini de görüyoruz. Bunlardan karşımıza çıkan ilk örnek, 18. yüzyılın ikinci yarısında yaşadığı ileri sürülen Âşık Halil tarafından yazılmış bir şiirdir. Bursa’da kadınların bazı haksızlıklar nedeniyle hükümete karşı yaptığı bir gösteriden söz edilen “Yine Nefr(-i) Am Oldu Uzun Saçlılar” şiirindeki “Nisa taifesi bayrağın açtı/ gümrük ağaları görünce kaçtı/ nice çukadarlar duvardan aştı/ vurun arslanlarım soyluk sizdedir.” dizelerinden de anlaşılacağı gibi, başkaldıran kadınların gösterisi olumlu bir bakış açısıyla dile getirilmiştir. Padişah lll. Sultan Selim, gösteriyi bastırmak için bir yazılı buyruk çıkarmıştır, ki bu da şiirin son kıtasında belirtilmektedir.

Çok az da olsa, halk şiirinde adı belirli ozan kadınlar çıkmıştır. Çukurovalı ya da Gülekli olduğu söylenen Ayşe bunlardan biri. Yalın bir dille yazdığı dörtlüklerinde köy yaşamı, köy kadınlarının yaşam koşulları, döneminde sıkça yaşanan savaşların izi görülmektedir. Dörtlüklerinde; oğlunun askere alınmaması için babasına, amcasına bedel ödemesi çağrısını yapar. Dörtlüklerinden birinde söylediği “Arabayı yola çekin/ hastaları hana dökün/ Erzurum’un karıları/ yaralıya iyi bakın” dizeleri, şiirin 1. Dünya Savaşı sırasında Sarıkamış’a asker gönderildiği dönemde yazıldığını düşündürüyor. Son iki dörtlükte ise, savaşta yitirdiği oğluna yanan ana yüreği, savaş karşıtı bir söyleme dönüşüyor: “Başımdan aldım fesini/ verdim oğlanın hasını/ yine kulağım duyuyor/ topun tüfeğin sesini/..../ İçeri gel kızım Hörü/ Gitti beş oğlanın biri/ Kıyma kadir mevlam kıyma/ bu sefil gelinin yâri.”(…)
                              
DİVAN ŞİİRİNDE KADIN

Divan şairlerinin şiirlerinde de, halk şiirinde olduğu gibi sevilen, âşık olunan, hayranlık duyulan sevgiliye yazılan şiirler ağır basmaktadır. Gül yüzlü, saçı sümbül, kirpikleri ok gibi, ak gerdanlı, gonca dudaklı vb. nitelemelerle anlatılan kadın ya da erkeklerdir bunlar. Ulaşılan kaynaklardan, kadınların gerçek yaşamlarına ilişkin herhangi bir tanıklık sunulduğuna rastlanamamıştır. Bununla birlikte, divan şiirinde kendini kabul ettiren şair kadınlar vardır. Bu kadınların kimileri şiirlerinde kadın yaşamlarını sezdiren, kimi doğrudan sorgulayıp karşı çıkan dizeler yazmışlardır. Bu kadınlardan biri Amasya sarayında Gülbahar Sultan’a söz arkadaşlığı eden Mihri Hatun (1460?-1512’den sonra)’dur. Onun,  “Kadınlara aklı eksik dediklerinden/ Her sözlerini özürlü saymak uygundur/ Ama Mihri duacınız bundan kuşkuludur/ Bu sözü der bilgisi tamlar, akıllılar./ Becerikli, yetenekli bir kadın daha iyidir/ Bin beceriksiz, yeteneksiz erkekten/ Bir kadın yeğlenir açık fikirliyse/ anlayışı kıt bin erkeğe...”(….) dizeleri, Osmanlı imparatorluğu dönemindeki feodal ilişkiler içinde kadına değer veren bir yaklaşımı ortaya koyması ve erkeklerin kadınları aşağılayan söylemlerine yürekli bir biçimde karşı çıkması açısından önemli bir örnektir.

Zeynep Hatun (?-1474) I5.-16. yüzyılın iki kadın şairinden biridir. Babası Amasyalı Kadı Mehmet Efendi’dir. Babasından Arapça, Farsça öğrenmiş, bu dilin edebiyatı konusunda da çalışmalar yapmıştır. Kadı İshak Fehmi ile evlendikten sonra şiiri bıraktığı söylenir. ll. Mehmed adına düzenlediği bir divanı vardır. Bir tezkire yazarı olan “Âşık Çelebi, bu iki ozan kadını Mihri’nin düşünceleriyle anacak, Zeynep Hatun’un evlendiği Kadı İshak Fehmi’nin ‘Zeynep Hanım ise, ere varıp, eri hükmünde olup şiirden ve rical ile münasebetten el çekmiştir.’ yargısını, Mihri’nin “evlenmekten ar ettiği için” bekar kaldığı notu izleyecekti meşairü’ş-şuara’da. (….)

Tezkirelerde ve kimi araştırma kitaplarında Tanzimattan önce Zeynep, Mihri, Nisai, Hubbi Ayşe, Tuti, Sıtki, Ani, Fatma, Fıtnat, Saffet, Nesiba, Leyla, Şeref, Sırrı’nın adlarından söz edilmektedir.
                                         
19. YÜZYIL ŞİİRİMİZDEKİ KADIN GÖRÜNTÜLERİ

Tanzimat ve 1. Meşrutiyet dönemlerinde yazılan şiirler; artık yalnızca divan toplantılarında, içkili dost meclislerinde okunan, sevgiliye yazılmış şiirlerle sınırlı kalmadı. Biçimde ve içerikte yeni arayışlara gidildi. Batıda gerçekleşen 1789 Fransız Burjuva Devrimi’nin, Avrupa’daki 1848 Devrimlerinin ve 1871’deki Paris Komünü’nün etkisiyle yaygınlaşan özgürlük, eşitlik, hak, adalet kavramları, haksızlıklara başkaldırı düşüncesi bazı şairler tarafından benimsenerek toplumun ezilen kesimlerinden tek tek insanlar için de olsa, yoksul insanları anlatan şiirler yazılmaya başlandı. Bu yoksul insanları anlatırken yoksul ve yalnız kadınlar, umarsız genç kızlar, kadınların üzerindeki toplumsal baskı vb. konular da şiire girdi. Ayrıca bu dönem, varlıklı sınıftan olup eğitim görmüş kadınların toplumsal yaşamda adlarını duyurmaya başladığı, kadın hakları için seslerini yükselttikleri, dergiler çıkardıkları, gazetelere yazılar yazmaya başladıkları bir dönemdir.

Tevfik Fikret'in şiirlerinde; kadınların toplumsal yaşam içindeki durumlarını betimleyen, hatta yer yer eleştiri getiren dizeler yer almaktadır. Bu şiirlerin kiminde; Hemşirem İçin, şiirinde olduğu gibi en yakınındakilerden yola çıkarak, toplumsal yaşamdaki kadının durumunu ve yerini ortaya koyar; kimindeyse, günlük yaşamda karşılaştığı değişik kadınların, genç kızların resimlerini çizer. Yoksulluk ve yalnızlık nedeniyle kötü yola düşen kadınlar; bu yola düşmemek için çırpınan genç kızlar; hastalanarak ölen kız çocukları, genç kadınlar; kendi istekleri dışında evlendirilen ve mutsuz olan kadınların resimleridir bunlar. Ozanın büyük bir içtenlikle kutsadığı analık durumu ise; bazen hasta çocuğunun başında uykusuz ve kaygıyla bekleyen kadının, bazen de bir dilenci ananın resmiyle çıkar karşımıza.  Dönemin öteki şairlerinin bazılarında da kadınlar sevgilinin ötesinde bir esin oluşturmuşlardır.

Edebiyatı Cedide şairlerinden Süleyman Nesip, Kadınlığa Dair şiirinde kadınlar için söylenen bir sözü sorgular. Dilenci Kız şiirindeyse, kış günü, soğuk bir havada gördüğü, morarmış ağzıyla bir dilim ekmek isteyen dilenci kızı anlatır. Fecri Âti topluluğu şairlerinden olan Celal Sahir’in; “Benim kadınlara ifratı hürmetim vardır” diye başlayan Tuhfe-i Takdis şiiri, kadınlara sevgi ve saygısını anlatan bir şiirdir.

Meşrutiyet dönemlerinde bu dönemdeki ozanların bazıları, kadınların toplumsal yaşam içindeki durumunun ayrımına varmış; kimileri yazdıkları şiirlerle ya da dizelerle bunu dışa vurmuşlardır. Bu şairlerden biri olan Samih Rıfat, Onun Sazı şiirinde, bir tek yavrusunu vatan uğruna şehit veren dertli bir anacıktan söz eder; ki bu anacık “Tarlası kuraktır, bahçesi kıraç/ Bırakıp gidemez fakat kalsa aç/ Şehit oğlu mudur bu öksüz ağaç.” dizeleriyle betimlenen yoksul bir kadındır.

20. YÜZYIL TÜRKİYE ŞİİRİNDEKİ KADIN RESİMLERİ

II. Meşrutiyet, imparatorluk sınırları içindeki azınlıklara ve kadınlara yeni hakların tanındığı bir dönemdir. 19. yüzyılın sonundan başlayarak özellikle varlıklı sınıftan eğitimli kadınların kadın hakları için yürüttüğü mücadeleler sonucunda ilk yasal kadın örgütü kurulur.

1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın da içinde bulunduğu ülkelerle birlikte savaşa giren Osmanlı İmparatorluğu, dört yıl süren 1. Dünya Savaşı’ndan da yenilgiyle çıkar. Art arda çıkan savaşlar halkın ve özellikle kadınların yaşamlarını doğrudan etkiler. Savaşlarda eşini yitiren kadınlar yalnız, çocuklar babasızdır. Öte yandan savaşların sonunda erkek nüfusun azalması nedeniyle kadın işgücüne gereksinim artar. Bu süreç kadınların çalışma yaşamına daha yaygın olarak girmesini sağlar.  20. yüzyıl başındaki bu ekonomik ve toplumsal koşulların insan yaşamları üzerindeki etkisine birçok şairin dizelerinde rastlanmaktadır. Bunların arasında kadınların durumuna tanıklık eden dizeler de vardır. 20. yüzyılın başlarında, kendilerini yazarak ifade eden eğitimli ve varlıklı sınıftan şair kadınların arasına, bir emekçi aileden gelen ve yaşamını emekçi olarak sürdüren Yaşar Nezihe de katılır. Yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yaşar Nezihe yazdığı şiirlerde hem kendi yaşadığı koşulları anlatır hem de kendisi gibi yoksul ve emekçi halkın yaşadıklarına tanıklık eder. Yaşar Nezihe’nin bazı şiirlerinde bu toplumsal koşulların özellikle kadın yaşamlarına etkisini duyumsatan dizeler de yer almaktadır. 1919’da Nazikter Dergisi’nin 20. sayısında yayınlanan Ekmek ve Kömür İhtiyacı şiirinde, kendisinin ve halkın savaş yıllarında cephe gerisinde çektiği sıkıntıları içtenlik ve gerçeklikle yansıtırken açlıktan sokaklara düşen, dilenen kadınlardan söz eder. “Doyunca bulmadı birçokları yazık kuru nan/ Şaşırdı yollarını genç kadınlar oldu zelil/ Eden bu milleti açlıktır bu rütbe sefil/ Sokak sokak kadın erkek çoluk çocuk dilenir/ Görünce bunları bir yara dilde tazelenir.”   

Savaşların yoksul halkın, özellikle kadınların üstündeki etkisi, Mehmet Emin Yurdakul’un dizelerinde de yer alır. Yurdakul, kocasını savaşta yitiren taşralı, yoksul bir kadınının durumunu ve nedenini Türk Sazı kitabındaki Anadolu şiirinde şu dizelerle anlatır: “Bir ses duydum, dönüp baktım, bir kadın:/ Gözler dönük, kaşlar çatık, yüz dargın;/ Derileri çatlak, bağrı kapkara,/ Sağ elinin nasırında bir yara/ Başında bir eski püskü peştamal/ Koltuğunda bir yamalı boş çuval.../..../ -Ne o bacı?/ - Ot yiyoruz, n'olacak!../ -Tarlan yok mu?/ - Ne öküz var, ne toprak.../ Bugüne dek ırgat gibi didindim;/ Çifte gittim, ekin biçtim, geçindim,/ Bundan sonra.../ - Kocan nerde?/ - Ben dulum;/ Kocam şehit, bir ninem var, bir oğlum.”

 Kurtuluş Savaşı Yılları

1918’de sona eren 1. Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı İmparatorluğu yenik düşünce ülke işgal edilir, ordu dağıtılır. Mustafa Kemal Paşa’nın ve arkadaşlarının önderliğinde, 1.Dünya Savaşı sonucu dağıtılan ordu toparlanır, kalan erkek nüfus 1919’da başlayan Kurtuluş Savaşına katılır. Savaşlar sırasında eşlerini, babalarını, kardeşlerini, oğullarını yitiren kadınlar yalnız ve yoksuldur. Ancak bu kez kadınlar da savaşıma katılırlar. Bu kadınların birçoğu cephe gerisinde cephane fabrikasında ve asker giysisi diken fabrikalarda çalışırken çatışma bölgelerine cephane taşıyan, kendi de çatışmalara katılan kadınlar da vardır. Bu kadınların resimlerine özellikle Nâzım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Cahit Külebi’nin şiirlerinde rastlarız. Nâzım Hikmet’in Kuvayi Milliye Destanı içinde yer alan Kadınlarımız şiiri, şiirimizde kadına bakışa yeni bir açılım getirir. O şiirde, kadının toplumdaki yerini belirlemenin yanı sıra, bir erkek olarak bu gerçekle yüzleşmenin izleri vardır. Şiirin toplumsal içeriği, kadının bu ezik ve ikincil konumunun toplumsal yapıdan kaynaklandığını duyumsatır. “Ve kadınlar/ bizim kadınlarımız:/ korkunç ve mübarek elleri/ ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle/ anamız, avradımız yârimiz/ ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen/ ve soframızdaki yeri/ öküzümüzden sonra gelen/ ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız/ ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki/ ve karasapana koşulan/ ve ağıllarda/ ışıltısında yere saplı bıçakların/ oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan/ kadınlar/ bizim kadınlarımız-“

Bu şiirde ayrıca, işgal altındaki ülkeyi kurtarmak üzere başlatılan Kurtuluş Savaşı’nda, kadınların etkin olarak savaşa katkısından, cepheye cephane taşıyan kadınlardan söz edilir. Bu yönüyle şiir, “harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi” cepheye cephane taşıyan Anadolu kadınına bir güzellemedir de...  
                                                                      
Savaşlarda cephede dövüşen askerlere yardım eden, kendi de savaşıma katılan kadınlara Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın (1914-2009) şiirlerinde de rastlarız. 1877’de Erzurum’daki Aziziye Tabyası’nda savaşan Nene Hatun için yazdığı Yurdana- Nene Hatun Görüntüsü şiirleri bunlara örnektir. Birbirini izleyen ve bütünleyen şiirlerdir bunlar. Analarımız başlıklı şiir, bu kitabın bir önsözü gibidir: “Saldırgana karşı/ İlk el ilk ayak/ Oğullarınındır ya/ Tutmanın da yürümenin de yaratıcısıdırlar/ İlk sözü/ Oğullarına bırakırlar ya/ Analarımız/ Son sözüdürler yurdun” Cahit Külebi, Atatürk Kurtuluş Savaşında kitabındaki Analar başlıklı şiirlerinde, özellikle Kurtuluş Savaşı sırasında kadınların yaşadıklarını ve kadınların savaşa katkılarını anlatır: “Analar bacılar yola döküldü,/ Cephane taşıdı arkasından./Irmaklar suyundan faydalattı,/ Ağaçlar daldasından./ Yer gök inledi bir yol daha/ Kurtuluş savaşından.”

Cumhuriyetin kuruluş yılları:  Cumhuriyetin kuruluş yıllarında büyük savaşlardan çıkmış Anadolu’da halk büyük yoksulluk içindedir. Art arda çıkan savaşlarda eşini yitirip dul kalan kadınlar, oğullarını yitiren analar, babalarını yitiren kız çocukları halı dokuyarak, ot toplayarak; tütünde, pamukta çalışarak yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. Yoksulluğun yanı sıra eğitimsizliğin neden olduğu cahillik ve kör inançlar; din kurallarının, törelerin ve geleneklerin neden olduğu baskılar toplumsal yaşamda etkisini sürdürmektedir; bu etki en çok kız kaçırma, berdel, başlık parası, töre cinayeti vb. uygulamalarla yüz yüze kalan kadın, genç kız yaşamlarında kendisini gösterir. Öte yandan Anadolu köylüsünün yaşadığı olumsuzluklar, tarla sınır anlaşmazlıkları, kan davası, kız kaçırma, töre cinayetleri vb. nedenlerle hapse düşen köylülerin hapishane kapılarında bekleşen eşleri, anaları da dönem kadınlarının yaşadığı acı ve yoksunluklara örnektir.

1923’te Cumhuriyet’in ilanından sonra ve kuruluş sürecinde, özellikle kentlerde Cumhuriyetin getirdiği yasalar ve ekonomik toplumsal koşullar nedeniyle bazı değişimler kendini gösterir. Bu değişimlerin kimi yeni kurulan cumhuriyet yönetiminin getirdiği yasalar aracılığıyla gerçekleşir. Ayrıca, Kurtuluş Savaşı sırasında cephede ve cephe gerisinde mücadeleye katılarak, cepheye giysi, silah vb. üreten fabrikalarda çalışarak savaşın kazanılmasında önemli katkıları bulunan kadınların hak arayışlarındaki yükseliş, değişimi etkileyen önemli bir olgudur. Aydın kadınlar arasında kadınların toplumsal yaşamdaki ikincil konumu ve kadın erkek ilişkilerindeki eşitsizlik vb. olguların sorgulanması artarak eşitlik ve hak arama mücadelesi yükseltilir. Kadınların siyasi hak arayış mücadelesinde etkin olarak çalışan şair Şükufe Nihal’in (1896-1973) bu duyarlılık ve çabaları şiirlerinde de kendini gösterir. Şair, Duymayan Kadın adlı şiirinde çevresindeki insanlara karşı duyarsız olan kadınları eleştirir ve duyarlı olmaya çağırır: “Topla eteklerini yerlere sürünmesin,/ Rüzgâra cilvelenen tülleri görünmesin,/ Köşede kar içinde can veren çocuklar var…/ Süzülerek çıkarken bir barın kapısından,/ Haberin yok yurdumun eleminden, yasından…/ Köşede kar içinde can veren çocuklar var…” Şükufe Nihal, Şile Kadını şiirinde de emeğiyle geçinen kadınların yaşam ve çalışma koşullarına tanıklık ederken onların emeğini sömürerek rahat yaşam sürenleri de eleştirir:“Önünde ninelerden kalan tahta bir tezgah/ Elinde bahtın kadar dolaşık bir çile var…/ Deme, azdır ışığım; deme, olmadı sabah:/ Sar, boşalt yumağını, dolacak çok çile var…/…/El emeğin yüklüdür sırtındaki kamburda,/ İstanbul yollarında her zaman görünürsün…/ Çalışanlar sırtından geçinen kadın, burada/ Sedirler çürütürken, sen böyle sürünürsün!..”

Nâzım Hikmet’in Yapıtlarında Kadın: Nâzım Hikmet, kadının bu durumunu ilk kez açıklıkla dile getirebilen ozandır. Nâzım Hikmet, özellikle kırsal kesimden kadınları ve emekçi kadınları anlatırken, onların yoksul ve acı yaşamlarını dile getirirken; acıma duygusundan yola çıkmamıştır. Kadınların acı çekmesine, sınıflı ve sömürüye dayalı toplum düzeni, bu düzenden kaynaklanan töre, gelenek vb. neden olmaktadır. Toplumu baskı altında tutan kişi ya da kurumlardır kadınların acılarının nedeni. İşte o yüzden Nâzım Hikmet, kadınların acılarına, yaşamlarına tanıklık ederken, içinde yaşadığımız sisteme de eleştiriler yöneltir. Özellikle Memleketimden İnsan Manzaraları adlı dev yapıtındaki kadın tanıklıkları büyük bir çeşitlilik içermektedir. Nazım Hikmet şiirlerinde bilinçli ve mücadeleci kadın tipleri de çıkar karşımıza. Tütün işçisi kadınlar, genç kızlar, toplumsal mücadeleye katılan kadınlar, cezaevindeki mahkumları görüşe gelen köylü kadınları, mahpus eşleri ya da anaları bunlardan bazılarıdır. Nazım Hikmet; insanın insanı sömürmediği, kadın ve erkek cinsinin birlikte özgürleştiği, aydınlık bir dünyanın sosyalist bir toplumda gerçekleşeceğine inanmış, böyle bir yaşamı özlemiş ve bu uğurda örgütlü mücadelenin içinde olmuş bir ozandır. Şiirlerinde de bu belirgin olarak görülmektedir.

2. Dünya Savaşı Yılları: Türkiye 2. Dünya savaşına katılmamasına karşın, savaşın doğurduğu acılar ve yoksunluklar, temel tüketim maddeleri üzerindeki kısıtlamalar özellikle yoksul ve emekçi halkın yaşamını olumsuz etkiler. Bu olumsuzluk kadın yaşamlarında da kendisini göstermiştir. Bin yıllardır sürüp gelen ezilmişlik, eşitsizlik, cahillik, din, gelenek, töre vb. baskıların yanı sıra yoksulluk kadınların yaşamını daha da güçleştirir. O dönemdeki kadın, genç kız yaşamlarına tanıklık daha çok 1940 toplumcu kuşağı şairlerinin şiirlerinde kendini gösterir. Nail V. Çakırhan’ın Kadın Telakkisi şiirinde kadın, eş, ana olmasının ötesinde yaşam arkadaşı ve yoldaş olarak tanımlanır. Ülkemizin birçok kentinde yaşamını halı dokuyarak kazanmaya çalışan kızlar Fahri Erdinç’in Halıcı Kızlar, Ceyhun Atuf Kansu’nun Halı Dokuyan Kızlar şiirlerinde de çıkar karşımıza. Cumhuriyet’in ilk yıllarında mübadeleyle Yunanistan’dan, Bulgaristan’dan, Balkanlardan gelen kadınlar ve genç kızlar İstanbul’da, İzmir’de tütün işçisi olarak çalışmaktadırlar. Tütün tarlalarında ve fabrikalarında çalışan kadınlar için de şiirler yazılmıştır. 40’lı yılların başında, dönemin toplumcu gerçekçi şair ve yazarlarının yayın organı olan Yeni Edebiyat (5 Ekim 1940-15 Kasım 1941) dergisinde yayınlanan şiirlerin bazılarında 1940’lı yıllardaki kadın yaşamlarına tanıklık eden şiir ve dizeler de yer almaktadır. Cemil Meriç, hasta annesine çorba almak için etini satan bir kadının acı yaşamını Düşen Bir Kadına Dair şiiriyle anlatır. Enver Gökçe’nin Yapılmayan Reçete adlı şiirindeyse, kırk gündür hasta olan makinist Ahmet Usta’nın baş ucundaki “Baharın ilk günlerindeki kadar/ güzel/ ak saçlı genç karısı”nın resmi çıkar karşımıza… Yeni Edebiyat dergisinin 12. sayısında N. Fehmi imzasıyla yayınlanan Meci adlı şiirde de kocaları çalışmak için gurbete giden, kendileri taşlı tarlalarda, bayırlarda çalışan kırsal kesim kadınlarının yaşamı anlatılır. 

17 Nisan 1940’ta yasal olarak açılan Köy Enstitülerinde eğitim görenlerin arasından, içlerinde Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Mehmet Başaran, Talip Apaydın, Dursun Akçam, Pakize Türkoğlu, Mahmut Makal, Ali Yüce’nin de bulunduğu şair ve yazarlar yetişmiştir. Bu şair ve yazarlar içlerinden yetiştikleri ve eğitimci olarak çalışmaya gittiklerinde yeniden yüzleştikleri kırsal kesim insanının yaşamını konu alan yapıtlar üretmişlerdir. Bu yapıtlarda kırsal kesimdeki kadın ve genç kız yaşamları da ortaya konmuştur. Bunun yanı sıra, o dönemde öğretmen, hekim, subay olarak Anadolu’da görev yapan şairlerin şiirlerinde de kadın ve genç kız yaşamlarına tanıklık edilmektedir. Bedri Rahmi Eyüboğlu Körpe Gelin, Melih Cevdet Anday Gelinlik Kızın Ölümü adlı şiirlerinde bağnazlık ve kör inançların yanı sıra savaş yıllarındaki yoksunlukların kırsal kesimdeki genç kız yaşamlarına etkisini dile getirmişlerdir.

1950’den 1970’e kadar olan dönem

1950’li yıllarda, büyük toprak sahiplerinin karşı olduğu toprak reformunun yürürlükten kaldırılması sonucunda, 1950’li yılların başından başlayarak topraksız köylülerin büyük kentlere göçü başlar. İç göç, kadınların yaşamlarını da doğrudan etkiler. Daha önce ailenin erkeklerinin büyük kentlere çalışmaya gidişinin yerini ailelerin hep birlikte göçü alır. Kentlerin kıyısına yapılan gecekonduların yanı sıra, erkeklerle birlikte kadın ve genç kızların çalışma yaşamına yaygın olarak katılması olguları ortaya çıkar. Kırsal kesimden gelen ve vasıfsız işçi olarak nitelendirilen kadınlar, genç kızlar yaygın olarak tütün işçisi, dokuma-konfeksiyon işçisi, gündelikçi olarak çalışırlar. İşçileşen kadınların kiminde sınıf bilinci uyanır; sendikal haklar ve siyasal haklar için mücadeleye katılanlar olur. Dönemin özellikle toplumcu şairlerinin şiirlerinde kırsal kesim kadınlarının yaşamlarına tanıklıkların yanı sıra, kentlerde çeşitli işlerde çalışan emekçi kadınların yaşamları da şiire konu olur. A. Kadir’in Cibali ve Zehra adlı şiirlerinde; Rıfat Ilgaz’ın Parmaklığın Ötesinden şiirinin III. bölümünde Cibali Tütün Fabrikası’nda çalışan kadınların yaşam koşullarına tanıklık edilir. Şükran Kurdakul Diyorum adlı şiirinde iplik fabrikasında çalışan bir kadını anlatır. Arif Damar’ın Karanlığa Kalan şiiri de çalışan bir kadını anlatmaktadır. DP iktidarının uyguladığı sürgünlerin kadın yaşamları üzerindeki etkisine de Gülten Akın’ın Kadın Olanın Türküsü adlı şiirinde rastlarız.

1960’lı yılların başına ordunun yaptığı 27 Mayıs Devrimi sonrasında 1961’de yeni bir Anayasa kabul edilir. 1961 Anayasasının getirdiği demokratikleşme ve görece de olsa bir özgürlük ve demokrasi ortamı getiren bu süreçte Nazım Hikmet’in şiirleri Türkiye’de yayınlanmaya başlar. Dünya yazarlarının ve sosyalist yazarların kuramsal ya da yazınsal nitelikli yapıtları çevrilerek yayınlanır. Bu düşünce ortamında yetişen, yaşayan kadınların yaşamında da çeşitlilik ve zenginleşme ortaya çıkar. Kız çocuklarının eğitim oranında, üniversitelerdeki kadın bilim insanlarının sayısında; kadınların eşitlik mücadelesine ve haksızlıklara karşı çıkışlarında; sendikal ve siyasal yaşama, barış mücadelesine katılımlarında bir yükselme görülür. Bunun da ötesinde; kadınlar uzun yıllar erkeklerin egemenlik alanı olarak görülen şiir ve yazın dünyasında kendilerini kabul ettirmeye başlamışlardır. İlk şiiri 1951’de, ilk kitabı 1956’da yayınlanan Gülten Akın’dan sonra, özellikle emekçi halkın yaşamına tanıklık eden şiirler yazan Sennur Sezer ilk şiirini 1958’de,  Gecekondu adlı ilk şiir kitabını 1964’te yayınladı. Melisa Gürpınar, Türkan İldeniz, Muazzez Menemencioğlu o dönemde şiirleri yayınlanan öteki şairlerdir. Yazdıkları şiirlerle yaşamın bütünselliği içinde kadın yaşamlarına da tanıklık etmişlerdir.

“Almanya Acı Vatan”  

1960’lı yılların toplumsal yaşama getirdiği bir değişiklik de dış göç olgusudur. Çalışmak üzere Almanya’ya işçi göçü başlar. Daha sonra bunu Hollanda, Avusturya, Fransa, İngiltere, Danimarka gibi öteki Avrupa ülkelerine gidişler izler. Göç ve getirdiği sorunlar, ülkemiz edebiyatında birçok türe konu olmuştur. Hasan Hüseyin’in El Kapıları, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Almanya’da Çöpçülerimiz bu şiirlerin en bilinenleridir. Bir de geride kalanlar vardır. Almanya’ya çalışmaya giden erkeğin yolunu gözleyen, onun göndereceği parayla yaşamlarını sürdürmeyi uman, düş kırıklıkları yaşayan kadınlar ve çocuklar… Türküler yakıldı yürek acısıyla; “Almanya acı vatan/ adama hiç gülmeyi/ nedendir bilemedim/ bazıları dönmeyi/…/ Üç beş para yollarsın/ bu para neye yarar?/ beş çocuklu ailen/ hepisi seni arar.”

68 Olayları, 12 Mart Dönemi, 1970’li Yıllarda Değişen Kadın Yüzleri ve Şiirde Kadın:

1960’lı yılların görece de olsa özgürlük ve demokrasi ortamında, toplumsal yaşamın her alanında değişen kadın yüzleri çıkar karşımıza. Kadın yaşamlarındaki bu değişim ve çeşitlilik şiirde de kendini gösterir. Sistemin ve sömürünün sorgulandığı, bağımsızlık ve özgürlük istemlerini dile getiren şiirlerin yanı sıra kadının toplumsal yaşam içindeki yerini sorgulayan, kadın yaşamlarına tanıklık eden şiirler de yazılır. Özellikle toplumcu şairler, dönemlerindeki kadın yaşamlarına, kadınlar ve genç kızlar üzerindeki sömürü ve baskıya tanıklık eden, sistemi sorgulayan şiirler yazarlar.  Refik Durbaş’ın iç göçle büyük kentlere gelen ve konfeksiyon, dokuma atölyelerinde çalışan kadınların, genç kızların yaşamlarını anlattığı Dokumacı Kızın Türküsü bunların içinde yer alır. 1970’li yıllarda kadın ya da erkek ozanların yazdığı şiirlerde yeni kadın yüzleri çıkar karşımıza. Kendi kimliğini arayan aydın kadın, kentlerdeki emekçi kadınlar, politik düşünce ve eylemleri nedeniyle hapsedilen oğullarının-kızlarının, eşlerinin yaşamı için mücadele eden kadınlar, içinde yaşadığı sistemden özgürleşmiş ve savaşların, sömürünün olmadığı bir dünya için mücadele eden kadınlar… Bu mücadele sırasında yaşamlarını yitiren kadınlar… Hatice Alankuş bunlardan biridir. 4 Mart 1972’de yardım ve yataklıktan tutuklanan mimar Hatice Alankuş, gördüğü işkenceden sonra tedavisi engellenerek ölüme terk edilir. 24 Temmuz 1973’te Haydarpaşa Asker Hastanesinde yaşamını yitiren Hatice Alankuş için Kemal Özer, Yiğit Bir Genç Kızın Tabutu Önünde; Ergin Günçe, Bir Temmuz Gelini Toprağa Verildi Bugün şiirlerini yazarlar.

1970’li yılların ikinci yarısında yazılan şiirlerde, toplumsal mücadele içinde öldürülen kadınlar, öldürülenlerin eşleri ya da yakınları için yazılan şiirler çıkar karşımıza. Şükran Kurdakul’un Sevinç’e Ağıt Yerine şiiri, politik mücadele içinde yer alan ve bu mücadelesi nedeniyle evinde faşistler tarafından öldürülen Dr. Sevinç Özgüner’i anlatan bir şiirdir. Arif Damar da Sevinç Özgüner adlı şiirinde faşistlerin vurduğu bu devrimci kadına seslenen dizeler yazar. Barış Pirhasan da “Sevinç Özgüner’in kutsal anısına” sunusuyla Ölümsüz adlı şiiri yazar. Sennur Sezer, o dönemde öldürülenler için yazdığı birçok şiirin yanı sıra “Vurulan Arkadaşın Eşine” adlı şiirinde, okulunun önünde vurularak öldürülen TÖB-DER İstanbul şubesi başkanı Talip Öztürk’ün eşine seslenir; onun acısını paylaşır, dizeleriyle ona cesaret verir. Kemal Özer’in Oğulları Öldürülen Analar kitabındaki şiirlerden büyük çoğunluğu bu dönemdeki öldürümlerde oğullarını yitiren anaları konu alır.
                  
12 Eylül Dönemi

12 Eylül darbesi Türkiye’de işkencelerin, öldürümlerin, insan hakları ihlallerinin ortaya çıktığı yoğun bir baskı ortamına yol açar. 12 Eylül 1980’de başlayan ve etkisini 2000’li yıllara kadar duyuran bu baskı döneminde insanlar, özellikle kadınlar çok yoğun acılar çekerler. (Ki kadınların acıları biçim değiştirerek hala sürmektedir.) Bu baskı ve acılar kadın yaşamlarını doğrudan ve derinden etkilemiştir. Bununla birlikte 1980 sonrası, özellikle 1990’lı yıllar kadın yaşamlarındaki acıların, kadına dayatılan baskı ve şiddetin sıkça sorgulandığı bir dönemdir. Töre cinayetleri, zorla evlendirmeler, tecavüzler, kadınların öldürülmesi vb. kadına yönelik şiddet sorgulanarak kadın hakları için mücadele yükseltilir. Töre cinayetlerinde öldürülen, gözaltında tecavüze uğrayan kadınlar için farklı düşüncelerden kadınlar bir araya gelir. Kadınlar, kadına yönelik şiddete karşı çıkışın dışında, kadınların eşit hak alma mücadelesine ve sömürüye karşı yapılan eylemlere de kitlesel olarak katılırlar.

Bu dönemde birçok şair; aydın, insan ve sanatçı duyarlılığıyla kendisinin ya da öteki insanların çektiği bu acıları dışa vuran şiirler yazar. Toplumsal koşulların kadınlara, genç kızlara, emekçi kadınlara dayattığı baskı, yasak ve acılara tanıklık eden şiirlerin büyük çoğunluğu gözaltında kaybedilen yakınlarının izini süren Cumartesi Anneleri için yazılmıştır. Bu dönemde kadınların sesi, artık daha güçlü biçimde çıkmaya başlar, duygu ve düşüncelerini şiirle ifade eden şair kadınların sayısında da önemli bir artış olur. Daha önce şiire başlayan ve susturulmuş kadın çoğunluğa ses olan şair kadınların yanı sıra 1980 sonrasında giderek artan sayıda sanata ilgi duyan, kendilerini şiirle ifade eden şair kadınlar yetişir. Bu şairler, kadın yüreğinin inceliklerini ozan duyarlığıyla birleştirerek şiirler yazarlar. Yaşamın hemen her alanında ürünler verirler. Ancak özellikle ülkemizde 1980 sonrası yaşanan toplumsal olaylar, bu olayların yaşamımıza getirdiği olgular, kitlesel olarak yaşanan acılar, emeğin özgürleştiği yeni bir dünyanın kurulacağına ilişkin umut; direnç ve mücadele konuları yoğun olarak şair kadınların duyarlığını etkiler. 1980 sonrası Ayten Mutlu, Gülsüm Cengiz, Arife  Kalender, Leyla Şahin, Zerrin Taşpınar, Çiğdem Sezer, Ruhan Mavruk ve daha sonra kitapları yayınlanan öteki şair kadınlar; kadının bin yıllardır süren ezilmişliğini sorgulayan, bu ezilmişliğe karşı çıkan şiirler de yazarlar.