Hırt herif sanal ortamda kesmiş raconu: Aşk kadına yakışır sevmek adama.
Bilen varsa beri gelsin, erkek aşık olursa ne kaybeder erkekliğinden?
Adamın bu türlüsü böyle düşünüyor da eli kalem tutanı farklı mı yaklaşıyor konuya?
“Sanayi Devrimi’nden sonra aşk mı kaldı?”
“Şu anda yaşadığımız ne öyleyse?”
“Karıştırma şimdi.”
Sanki dersin “Gitme sonbahar oluyorum, sonrası hiç…” diyebilen Korkmazgil’den çok daha devrimci bizimki.
Bakma o şiir icabı öyle söylüyordur, mu dediniz? O ses bir erkeğe mi ait yine?
Allah’tan aralarında aşkı hâlâ şu şekilde tarif edenler var da yüreğimize su serpiliyor(!): “Aşk; bir ırmağın çağıl çağıl akması, bülbülün şakıması, sevginin kanat takıp uçmasıdır.”
Sıkı laf mı? Cık! Ha bir çubuk şekerle kandırmışsın ter ü tazeyi ha böyle bir sözle.
E iyi de bu işin bir ortası yok mu?
Ortasını bilmem de, “dan” diye söyleneni var mesela: “Sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca.”
Böyle de olmaz ki birdenbire söylenmez ki, mi dediniz?
Bakış açısı…
Marquez de aşka şöyle yaklaşmış mesela: ''Belden aşağısı bedenin aşkıdır, belden yukarısı ise ruhun.”
Boşuna değilmiş demek ki erkeklerin birkaç kadını aynı anda sevmesi (!); kiminin belden aşağısına vurulmuşsundur, kiminin belden yukarısına, oh!
Tamam, ayırdık; bedenimizin güney bölgesi ile kuzey bölgesine aşkın bu iki halini ihale ettik; şimdi, hangisi daha yoldan çıkarıcıdır? Hangisi ne kural tanır ne düzen?
Bana sorarsanız güney bölgesi bu konuda her zaman kuzey bölgesine nal toplatır.
Aksini iddia eden?
Tam olarak aksini iddia etmese de “Nal toplatsa ne olur toplatmasa ne? Sonuçta hangi noktaya varacağı belli değil mi?” diyen biri var. Kim mi? Arthur Schopenhauer.
Ne buyurmuş kendileri?
“Aşık olan herkes zevke ulaştıktan sonra olağandışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir.”
Mantıklı mı?
Tecrübeyle sabit, bir yere kadar evet; ancak söz konusu aşk olduğunda mantıkla bir işimiz olamayacağından bu dostça (!) uyarının bir anlamı da yok doğrusu… Hele de Konfüçyus üşenmemiş, aşk için “Dörtnala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler,” demişken ve çok da doğru söylemişken. Yetmemiş, Antoine Bret "Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur,” diye eklemişken.
Arthur Schopenhauer’e kulak verelim mi yine?
“Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.”
Demek ki öylesine bir olguyla karşı karşıyayız ki –insan bedenin altını mı dikkate alırsınız yoksa üstünü mü çok da önemli değil- iş başa geldiğinde ne mantıkla işiniz olacaktır; ne de o güne kadar size dayatılmış bir değer yargısı ya da öğretiyle.
Durum bu iken siz hala ahlaktan mı söz ediyorsunuz bana? Yetmiyor, “Aşk ahlakı kovar mı?” sorusunun peşine mi düşüyorsunuz bir de?
Adanalıya demişler: “Eee mübarek ramazan da geliyor hani.”
Adanalı kendinden emin karşılık vermiş: “Gelsin, ben onu yerim.”
Aşk başa geldiğinde (ki başa gelme halinden başka bir şey değildir asla) kim korkar hain kurttan ve alayından?
Montaigne istediği kadar "Aşk utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır." desin, utanma ve çekinmenin -yani bir anlamda ahlakın- devre dışı kaldığı noktada yaşanmaya başlar aşk; başlar ve sizi kendi gerçekliği ile fena halde baş başa bırakır.
Ondan sonrası mı?
Aşktan kısmetinize düşen neyse artık o… İşin sonunda “Ben melanet hırkasını kendim giydim kime ne?” türküsünü mü çalarsınız; yoksa Sabahattin Ali gibi “Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgâr tatlı eserdi.” mi dersiniz bilemem. Bildiğim ve aslında daha çok dilediğim; aşk her zaman yanı başımızda olsun, yüreğimizden hiç eksilmesin; benim, sizin, hepimizin…
Aşkla…
Bilen varsa beri gelsin, erkek aşık olursa ne kaybeder erkekliğinden?
Adamın bu türlüsü böyle düşünüyor da eli kalem tutanı farklı mı yaklaşıyor konuya?
“Sanayi Devrimi’nden sonra aşk mı kaldı?”
“Şu anda yaşadığımız ne öyleyse?”
“Karıştırma şimdi.”
Sanki dersin “Gitme sonbahar oluyorum, sonrası hiç…” diyebilen Korkmazgil’den çok daha devrimci bizimki.
Bakma o şiir icabı öyle söylüyordur, mu dediniz? O ses bir erkeğe mi ait yine?
Allah’tan aralarında aşkı hâlâ şu şekilde tarif edenler var da yüreğimize su serpiliyor(!): “Aşk; bir ırmağın çağıl çağıl akması, bülbülün şakıması, sevginin kanat takıp uçmasıdır.”
Sıkı laf mı? Cık! Ha bir çubuk şekerle kandırmışsın ter ü tazeyi ha böyle bir sözle.
E iyi de bu işin bir ortası yok mu?
Ortasını bilmem de, “dan” diye söyleneni var mesela: “Sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca.”
Böyle de olmaz ki birdenbire söylenmez ki, mi dediniz?
Bakış açısı…
Marquez de aşka şöyle yaklaşmış mesela: ''Belden aşağısı bedenin aşkıdır, belden yukarısı ise ruhun.”
Boşuna değilmiş demek ki erkeklerin birkaç kadını aynı anda sevmesi (!); kiminin belden aşağısına vurulmuşsundur, kiminin belden yukarısına, oh!
Tamam, ayırdık; bedenimizin güney bölgesi ile kuzey bölgesine aşkın bu iki halini ihale ettik; şimdi, hangisi daha yoldan çıkarıcıdır? Hangisi ne kural tanır ne düzen?
Bana sorarsanız güney bölgesi bu konuda her zaman kuzey bölgesine nal toplatır.
Aksini iddia eden?
Tam olarak aksini iddia etmese de “Nal toplatsa ne olur toplatmasa ne? Sonuçta hangi noktaya varacağı belli değil mi?” diyen biri var. Kim mi? Arthur Schopenhauer.
Ne buyurmuş kendileri?
“Aşık olan herkes zevke ulaştıktan sonra olağandışı bir düş kırıklığı yaşayacaktır ve bu kadar büyük bir özlemle arzuladığı şeyin diğer cinsel tatminlerden daha fazla bir şeye neden olmadığını görüp şaşkına dönecek, böylece kendisini bu ilişkiden fazla yararlanmış olarak görmeyecektir.”
Mantıklı mı?
Tecrübeyle sabit, bir yere kadar evet; ancak söz konusu aşk olduğunda mantıkla bir işimiz olamayacağından bu dostça (!) uyarının bir anlamı da yok doğrusu… Hele de Konfüçyus üşenmemiş, aşk için “Dörtnala giden at gibidir, ne dizginden anlar, ne söz dinler,” demişken ve çok da doğru söylemişken. Yetmemiş, Antoine Bret "Aşkın ilk soluğu mantığın son soluğudur,” diye eklemişken.
Arthur Schopenhauer’e kulak verelim mi yine?
“Mantıkla beslenmeyen şey mantıkla yönetilemez.”
Demek ki öylesine bir olguyla karşı karşıyayız ki –insan bedenin altını mı dikkate alırsınız yoksa üstünü mü çok da önemli değil- iş başa geldiğinde ne mantıkla işiniz olacaktır; ne de o güne kadar size dayatılmış bir değer yargısı ya da öğretiyle.
Durum bu iken siz hala ahlaktan mı söz ediyorsunuz bana? Yetmiyor, “Aşk ahlakı kovar mı?” sorusunun peşine mi düşüyorsunuz bir de?
Adanalıya demişler: “Eee mübarek ramazan da geliyor hani.”
Adanalı kendinden emin karşılık vermiş: “Gelsin, ben onu yerim.”
Aşk başa geldiğinde (ki başa gelme halinden başka bir şey değildir asla) kim korkar hain kurttan ve alayından?
Montaigne istediği kadar "Aşk utanma ve çekinmenin olduğu yerde vardır." desin, utanma ve çekinmenin -yani bir anlamda ahlakın- devre dışı kaldığı noktada yaşanmaya başlar aşk; başlar ve sizi kendi gerçekliği ile fena halde baş başa bırakır.
Ondan sonrası mı?
Aşktan kısmetinize düşen neyse artık o… İşin sonunda “Ben melanet hırkasını kendim giydim kime ne?” türküsünü mü çalarsınız; yoksa Sabahattin Ali gibi “Sen aklıma gelince her şey gülümserdi. Ağaçlar şarkı söyler, rüzgâr tatlı eserdi.” mi dersiniz bilemem. Bildiğim ve aslında daha çok dilediğim; aşk her zaman yanı başımızda olsun, yüreğimizden hiç eksilmesin; benim, sizin, hepimizin…
Aşkla…