Şiir ve Karadeniz
Kimi şairler, kimi şiirlerini “İlerde şu şiirim şurası için uygun düşer.” anlayışıyla yazarlar mı? diye düşünmüşümdür.
Bu soruya nasıl bir yanıt verilir bilmem.
Öyle ki zaman olur bir seçki hazırlanır, oraya alınan şiirlerin kimileri sanki bu seçki için “ısmarlanmış” gibidir.
O nedenle bu soru iki boyutta da değerlendirilebilir.
Özellikle kimi dönemler cumhuriyetimizin kurucusu Atatürk üzerine şiir yazanlar, kasım ayının gelmesini beklerlerdi.
Her 10 Kasım’da bir Atatürk şiiri yazmak kimi şairlerin gündemindeydi.
Bu şiirlerin pek çoğu, o dönemler Varlık ve Türk Dili dergilerinde yer almıştır.
Oysa gerçek şair bildiklerimiz, koşulların iklimini beklemiş bunun sonucunda da özgün şiirlere imza atmışlardır. Attila İlhan, Cahit Sıtkı, İlhan Demiraslan vb. şairler Atatürk’le ilgili yazdıklarını, şiir anlayışlarının süreği saymışlardır.Yanılmıyorsam tümü de bu konuda bir şiirden öte şiir yazmamışlardır; çünkü anlatmak istediklerini tek şiirde vurgulamışlardı.
Şairden beklenen de budur ya da şairin işi başka ne olabilir diye de düşünebiliriz.
Şiirin iklimi, kendi koşullarını hazırladığında ortaya çıkan ürün, zaman ve zemini kollar. Gün gelir o şiir, o istenilen yere bir güzel oturur. O nedenle çoğu şair, yaşamı boyunca pek çok taşı, köşetaşı yapmak için yontar durur. Yapıyı kuracaklar bu taşlardan uygun olanını gerekli yere oturturlar.
Kuşkusuz bir yöre kendi iklimiyle büyütür çocuğunu. Onu, o yörenin katmerli kültürüyle sarmalar. Çoğu kişi de o iklimin verileriyle yoğrularak yazın dünyasındaki yerini almaya çalışır.
Bir yöreye özgü şiiri kurmak için, şairin mutlaka o iklimin çocuğu olması gerekmez. Kimi şairlerin doğup büyümedikleri yörelere yaptıkları yolculukla ya da orada kısa bir süre kalmakla ora için çok güzel şiirler yazdığını biliriz.
Aklıma Ceyhun Atuf Kansu geliyor. İstanbul doğumlu şairimiz Anadolu’nun değişik yörelerini anlattığı şiirlerine Karadeniz’i de ekler.
Denize Karşı İnsan’da bakın ne güzel görüntüler sunar okuruna:
Karadeniz dediğin deniz değil insan
Gelir vurur Akçaabat pazarına.
Güneşe bırakılmış balık ağlarıyla
Kayıklarıyla kumlara çekilmiş
Denize karşı insan!
Kalabalık, güzel, çalışkan,
İner çam direkli gemilerle.
Karadeniz dediğin mavi değil yeşil,
Çocuk dudaklarını yakan incir,
Yaprak tütün boyatmış mısır yeşil,
Dağ taş karanlık fındık yeşil,
Gözleri zeytin koyu yeşil,
Yeşiloğlu yeşil Tanrı torunu yeşil.
Deniz gelmiş Akçaabat’ta durmuş
Kimin için bu deniz?
Ağlarımız, bir yıldız düşmüş içine,
Düşmüşüz çoluk çocuk peşine,
Fındık dallarını aralayıp baktığımız
Oh dediğimiz
Yırtık ağlarımızdan can balığını yitirdiğimiz
Bizim için bu deniz.
Irmak dağlardan dolana dolana,
Kimin için bu ırmak?
Tomruklar iner kara ormanlardan,
Alabalık tutar bir yaz günü
Gözleri sulara düşen çocuklar.
Oh -dediğimiz,
Yonttuğumuz o daldır, yüzer, yitik,
Bizim için bu ırmak.
Gece gündüz büyür fındık dalları,
Kimin için bu bahçeler?
Gelen geçen yolcu bulutlar,
Yeşil yağmurları bırakıp gider,
Kızlarımız ufak ufak sefere sürdüğümüz,
Oh -dediğimiz,
Solgun yüzlerle dönülen yorgun deniz,
Bizim için bu bahçeler.
Karadeniz’in yolları gemilere bakar,
Kimin için bu yollar?
Görele’ye varmak için,
Ardarda otobüsler, kamyonlar,
Ana baba kardeş bir dağ ardında,
Oh dediğimiz,
Bir kavuştuğumuz, bir yitirdiğimiz,
Bizim için bu yollar.
Tirebolu’da demirciler örse vursa,
Akçaabat denizinden duyulur.
Çarşılarda bakır dövse bakırcılar,
Denizler kızarır gün batarken.
Bir kız peştemal dolasa beline, fındık dalı beline,
Köylüler konuşsa noter kapısı önünde,
Bir terzi ceket dikse iğnesinin türküsü
Duyulur Akçaabat denizinde.
Bir adam çıksa ses etse,
Sesi gelir buralara kadar.
Akçaabat denizinde bir ağ çekilir,
Sesi çıkar şu dağlara dağlara,
Horon havasıyla, elele ölüme karşı,
Yürür denize karşı insanlar.”
(Yurdumdan, 1960)
Kuşkusuz bir yöre, yetiştirdiği insana kendi coğrafyasından farklı özellikler katar. Bugün ülkemizin değişik yörelerinden yetişen şairlerin, o yörelerin kültürel dokusunu yapıtlarına nasıl sindirdiklerini yakından biliriz.
Sözü Karadeniz coğrafyasına getirdiğimizde, şair Ömer Kayaoğlu’nun dizeleri karşılar bizi:
Ne çalıdır ne de funda
Coşmuş bir yeşil yığında
Gel Doğu Karadeniz’e
Gör cenneti sağlığında
Uzayıp giden dizelerinde Ömer Kayaoğlu, çocukluğunda bıraktığı “cennet”in özlemi içindedir. Şair, kimliğini bulduğu Karadeniz’den uzakta bir yaşam kursa da düşler onu durmadan oraya, o kaynağa taşır.
Yöreyle ilgili şiirleri salt doğa görüntülerine bağlayarak değerlendirmek eksik olur. Doğanın yanı sıra Karadeniz’in en belirgin yanı, kendini “insan”da göstermesidir. Karadeniz insanı öylesine hareketli, kabına sığmaz ve coşkuludur ki…bu türküsüne, manisine, horonuna bütün boyutlarıyla da sesine, sözüne sinmiştir. Horonunun ritmi, kemençesinin hareketliliği Nâzım Hikmet’in deyişiyle “konuşmayı şehvetle seven” insanların belirgin özelliklerini koyar ortaya.
Şiir de bu ritme ayak uydurmanın yarışındadır.
Karadeniz yöresinin kimi şairleri şiirlerinde bu ritmi gözettikleri gibi onu doğa ve insan sarmalında yörenin değerleriyle de bütünleştirmişlerdir.
Tarım için dik yamaçlara tırmanın, bir avuç toprağı olmayan, dağ ile deniz arasına sıkışan bu insanları bir de uzun yağmurlar beklemektedir. Belki de şiir, bu sıkışmışlığa bir gönül ferahlığı katmak içindir.
Dağ orada dursun, deniz de yanı başında uzanmaktadır insanın. Ama bu denize de durmadan yağmur yağar. Şafakla birlikte binlerce kayık salınır onun yüzeyinde.
Rıfat Ilgaz’ın dizelerinden hareket edelim:
“Karadenizlisin
Yüzüstü bıraktınsa bu dost denizi
Bırakıp çıktınsa borasında başına buyruk
Bir sabah balığa çıkar gibi yalıboyundan
Avlamak içindi ekmeğini boğazların ötesinde”
Karadeniz hiç de özgün bir görüntü koymaz önüne insanının. Güneşi yoktur ki batışını izlesin insan doya doya. Şair Ceyhun Atuf Kansu belki de yılın birkaç güneşli gününde görüvermiştir Karadeniz’i. Karadeniz’in “mavi”liğinden söz etmekle belki de yöre insanının düşünü dile getirmek istemiştir.
Kalkmış güzelim sabaha açmış penceresini,
Dalga köpüğü Trabzon evlerinden biri,
Silkelemiş düşlerini pencereden,
Bakmış evinin ayak ucunda,
İnce bir örtü mavi deniz.
Nâzım Hikmet, Kuvayi Milliye destanında Karadeniz insanının ülkenin o en karanlık günlerinde yüreğini ortaya koyarak verdiği savaşımından bir kesit yansıtır.
Dümende ve başaltlarında insanları vardı ki
bunlar
uzun eğri burunlu
ve konuşmayı şehvetle seven insanlardı ki
sırtı lacivert hamsilerin ve mısır ekmeğinin
zaferi için
hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin
bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler...
“Karadeniz ve Şiir”i en çok da yörenin “milli meyvesi” hamside şekillenmiş görürüz. Tarih boyunca yörede şair olup da hamsi üzerine şiir yazmayana az rastlanır. Hamsi, yörenin folklorik değerleri arasında bir simgedir. Ünlü şairimiz Hamamizade İhsan’ın üzerine kitap hazırladığı Hamsi, yörenin mizahına da bütünüyle malzeme oluşturur.
Doğu Karadeniz’den Batı Karadeniz’e yöreyi simgeleyen çay ve fındık, karşılarında kocaman denizin hamsisiyle el ele vererek türküye, maniye, kemençeye eşlik eder.
Has şairler hangi yöreyi anlatırsa anlatsın o anlatımı geniş bir yelpazeye oturtmaya çalışır. Bir yöreye sıkışıp kalan şiir, kabuğunu kıramadığı için çok kişiye seslenmede yeterli sesi bulamaz. Bu açıdan bakıldığında yörenin iklimiyle savrulan şiirlerde daha çok insan-doğa savaşımını buluruz.
Peki sevdalara, aşklara yer yok mudur?
Neylersin ki “sevdaluk” denilen o büyük heyecanı ne yazık ki kavuşmak isteyip de kavuşamayanlar çeker. Ayrılık yerini usulcacık kavuşmaya bırakabilseydi, öylesine türkülere yol açılmazdı. Onca güzel türkü, binlerce mani, aşkla cinselliği harmanlayan güzellik, biraz da “sevdaluk” çekenlerin yüzü suyu hürmetinedir diyebiliriz.
“Şiir ve Karadeniz” başlığında aklıma iki şey geliyor. Birincisi Karadeniz’in simge oluşturacak değerlerini bütünüyle bir fotoğraf gerçekliğiyle şiire aktarmak, öbürü ise şiirin gerektirdiği estetik yapıyı imgenin büyülü anlatımıyla şiire yedirmek.
Çoğu zaman bir yağmur sesi, bir dalganın kıyıya çarpması, yörenin kırlarında yetişen ve halkın komar ve zifin olarak adlandırdığı çiçekler, kıvrılan yollar, yemyeşil bitki örtüsü, yayla yollarındaki göç şiirin içinde ışıltılı bir anlatımla yöreye gönderme yapar.
Bütün bunların yanında, has şairin şiir yazma görevi vardır, yörenin şairi olma gibi bir işi söz konusu değildir. O nedenle kendi coğrafyasını, kendi özelini, yereli ince eleyip sık dokuyarak genel söyleme yatırmak şair olmanın önemli bir ölçütüdür.
Şiirin iç dokuması varsın sağlam olsun, biçim ona göre rengini belirler.