Genel Yayın Yönetmeni : MAKSUT KOTO Editör : ENSAR SARGIN

DOSYA KONUSU - HÜSEYİN ATABAŞ

'' Kendini geçemeyen gölge beden olamaz ''  ŞİİR DALI E-DERGİ




ŞİİRİMİZDE ‘KARADENİZ DUYARLILIĞI


Duyarlılığın üretim ilişkileri ile çevresel etkiler içinde oluşuyor olması nedeniyle kökeninde kültür var demektir. Kültür ise üretim anlamıyla ele alındığı zaman coğrafya önem kazanır. Dolayısıyla burada sanat, çevre ve toplumsallık bağlantısı kurulmalıdır. Yani insana ilişkin bir kavram olarak kültür, insan yaşamının tümünü ifade eder ve insanın var olduğu günden beri yaşamını kolaylaştırmak için, maddi ve manevi anlamda yapıp ettiği her şey anlamına gelir.   

Yani kültür bizi saran, atalarımızdan öğrendiğimiz, devraldığımız birikimin üstüne bizim de bir şeyler ekleyerek bizden sonrakilere bırakacağımız maddi ve manevi kalıttır (miras). Burada kültürün, Yunancada “cultura” (ekip-biçmek) demek olduğunu anımsarsak, bu söylenenlerin daha iyi anlaşılacağını umuyorum… 

Karadeniz Bölgesi’nin kültürü, tarih sürecinde bu bölgeden gelip geçen belli başlı on beş kadar uygarlığın birikimlerinden bize kalan çok katmanlı, renkli bir birikimdir. “Şiirimizde Karadeniz duyarlılığı” bağlamı ile bu yöreye ait birtakım özellikler ve bu kültürel birikimin şiirsel bağlamda ayrımına varmak gerekir. Bunu da şiiri varsıllaştıracak olan buradaki yerel olgu ve onun ortaya koyduğu özellikleri şiirin izleği edinerek çeşitlendirmek, derinleştirmek olarak anlatabiliriz. Zaten duyarlılık olmadan, sezgi olmadan şiir yazmanın pek olanağı bulunmadığını bu işle ilgilenen herkes bilir.

                                                         *   *   * 

Peki, tüm bu söylenenler çerçevesinde “duyarlılık” kavramı evrensel olarak ne anlama geliyor? Duyarlılık, toplumsal algı ya da bilinç üzerinden, yaşadığımız dünyanın olaylarıyla ilişki kurmak ve bu konuda sorumluluk duymaktır. Bu ise başkalarıyla empati kurmak ve onların gereksinimlerini algılamak bağlamında bir davranış kazanma yetisidir. Yani üretim ilişkileri içinde oluşan duyarlılığın bilinçli bir algı işi olmasına karşın, duyguda bilinç değil, olsa olsa yüzeysel bir algı söz konusudur. Bizim yüklemek istediğimiz anlamda şiirde “Karadeniz duyarlılığı” ile ne anlatılmak istendiğini Trabzonlu bir şair olan Raif Özben’den alıntıladığım şu dörtlük sanıyorum sezdirmeye yeterli olacaktır:


  “Gece içim bir deniz gibi açılıyor
Hangi boşluğa sığabilirim
Bir el ılık ılık çiziyor kıyılarımı
Bu sevgide susup kalabilirim”

Peki, bu bağlamda Karadeniz Bölgesi’nin şiire kattığı varsıllık nedir? “Karadeniz duyarlılığı” bölgenin doğal özelliklerinin varsıllığı ve bununla birlikte, bölgenin çetin yaşama koşullarının ortaya çıkardığı algı ve edinilen davranış biçimleri bütününden ortaya çıkan bir varsıllık olgusudur. Bu nedenle, bölgenin çok kültürlülük özelliğini de dikkate alarak ve tarihsel süreç içindeki birikimlere sahip olması nedeniyle daha çok çağdaş şiire konu olmalıydı. Çünkü bu bölge tarihinin kültürel köklerinin sağlamlığı, halkbilimsel değerlerinin varsıllığı nedeniyle pek çok sanatçı, aydın, politikacı ve bilim insanı yetiştirdi. Ancak, ekonomik olanaklarının sınırlılığı nedeniyle onları ülkenin ve dünyanın değişik yerlerine dağıttı. 

Ne var ki gidenler bu toprağı hiç unutmadılar, ondan hem beslendiler, hem onu beslediler. Dışarıdan gelenler ise kültürel varsıllığı ile doğal güzelliğine hayran kaldılar ve onunla bir alışverişe girdiler. Ama asıl olan, Edip Cansever’in dediği gibi insanın yaşadığı yere benzemesidir:

“İnsan yaşadığı yere benzer 
O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer  
Suyunda yüzen balığa 
Toprağını iten çiçeğe
(…) 
Göğüne benzer ki gözyaşları mavidir 
Denizine benzer ki dalgalıdır bakışları 
Evlerine, sokaklarına, köşebaşlarına 
Öylesine benzer ki…”

 İşte bu nedenle ve doğal olarak, Karadeniz’i anlamak, algılayıp yansıtmak isteyenler; daha çok bu yörenin halkbilim birikimine kulak vererek, doğal güzellilerine bakarak, ona benzemeye ve ondan bir şeyler kazanmaya çalıştılar. Aldıklarını da sanat potasında yoğurarak olabildiğince güzel örnekler sergilediler. Ama ‘Karadeniz duyarlılığı’ dediğimiz şey daha çok, Karadeniz yerlisinin yaşama serüvenindeki kendine özgü olguların ortaya koyduğu dramdadır. Karadeniz insanının kıt olanakları, daha doğrusu kıt üretim ilişkileri, buna karşın cömert doğası içinde ortaya çıkan duyarlılık; yiğitliğinde, özverisinde, kendisiyle dalga geçebilme özelliğinde ve olgunluğunda, çevikliğinde, çalışkanlığında, gurbetçiliğinde, yaylacılığında, denizciliğinde, sevdalarında ve sıla özleminde kendini gösterir. Bu yaşam varsıllığı Karadenizli ya da Karadeniz’de yaşayan sanatçıyı etkiler. Evet, Karadeniz’i algılamak/anlamak ve anlatmak ya da başka anlatımlar bağlamında kullanmak; yörenin folklorik birikimine, dolayısıyla o birikim içinde öne çıkan türküleri ile manilerine kulak vermekle daha bir anlam kazanır. Ama o değerleri olduğu gibi değil de değiştirip dönüştürerek çağdaş şiirde onlardan yararlanmak gereklidir ve bu olgu önemlidir… 

                                                                             *   *   *

Şimdi burada, havasına ‘Karadeniz duyarlılığı’ sinmiş olan şiirler konusuna, bu yörenin doğasını ve insanının doğallığını, umarsızlığını -hamasi söylemi aşarak- işleyen aslen Kastamonulu bir şair olan Ceyhun Atuf Kansu’dan küçük bir alıntıyla örnekleyelim:

“Karadeniz dediğin deniz değil insan 
Gelir vurur Akçaabat pazarına. 
Güneşe bırakılmış balık ağlariyle
Kayıklariyle kum/ara çekilmiş 
Denize karşı insan! 
Kalabalık, güzel, çalışkan…
(...)
Tirebolu’da demirciler örse vursa, 
Akçaabat denizinden duyulur. 
Çarşılarda bakır dövse bakırcılar, 
Denizler kızarır gün batarken.”    

(Yurdumdan, 1960)

Karadeniz Bölgesi’ni en özgün biçimiyle ve kuşkusuz şiir dilinin imgesel yapısı ile örerek anlattığını düşündüğüm, genel anlamda da şiire farklı imgeler kazandıran Trabzon’un kendi “uşak”larından biri olan Bedri Rahmi Eyuboğlu’nun yanında, Karadenizli olmayan şairlerimizin bu varsıllığa katılmaları, katkıda bulunmaları sınırlı ama oldukça da yararlıdır. Bu bağlamda şairin algılama yeteneği önemlidir, ama bu anlamda şiir duyarlılığına katkıda bulunabilmeleri için, yörede yaşamış olmaları, onun çilesini ‘tatmış’ olmaları, o yöreyi bir güzel özümseyip içselleştirmeleri daha bir önemlidir. Örneğin aslen Çanakkaleli olan İlhan Demiraslan yıllarca bölgede çalışmış, Karadeniz’in merkezi sayılan Trabzon’da yaşamış, kendisini oralı olarak duyumsamaktaydı. Bu yüzden de onun, başlığından başka Trabzon adının geçmediği “Trabzon’da Son Argonot” şiirinde de, daha başkalarında da denizi ve karasıyla Karadeniz iklimini soluruz. Çünkü şiirde Karadeniz adı geçse de geçmese de imgesel yapısı şairin soluduğu hava ile örülmüştür:  

“… Rotanızda halı gibi bir deniz
Mutluluklar önümüzde biliyorum
Ben görmedim altın kürklü postları
Güle güle - güle güle gidiniz
Her birine başarı diliyorum
Yolcu ederken altın kalpli dostları”

(Varlık, Ağustos1978)

Kuşkusuz İlhan Demiraslan da Karadeniz’in her zaman “halı gibi” olmadığını bilir; ama öyle anlarının olduğu algısını da gözden kaçırmıyor. “Acının Uçları” adlı son kitabındaki hemen tüm şiirlerde Karadeniz’in “halı gibi” olmama durumu nice acıyı simgeler. Hatta yine deniz sözcüğünün bile geçmediği “Tabut” başlıklı şiirinde, küf kokusu ile “elişi mavi bulut” bile alır Karadeniz’e götürür insanı. Ya da Trabzonlu şair Ömer Kayaoğlu’nun “Hapishanede Nar Sepeti” şiirinin “Bir sepet nar yollamış yârim / Narları maviye boyarım / Düşlerim deniz kokar” dizelerinde olduğu gibi Karadenizli şairin dizeleri yeşil, mavi ve deniz kokar.

Böyle bir duyarlılık bir kez insanın içine işledi mi, şair nerde olursa olsun, Karadeniz imgesi yürür gider şiirinde. Örneğin ben “Şiirin Binbir Yüzü” başlıklı şiirimi, yirmi yıl kadar önce Trabzon’dan uzak bir yerde yaşarken yazmıştım ve amacım hiç de bir Karadeniz şiiri yazmak olmadığı halde dizelerime sızıvermiş memleketim:

“Yüreğimi oltayla kıyıya çekip
            otuz yıldır aradığım şiirin 
ilkyazda morunu yeşilini, 
bir kayın ormanında buldum güzünü. 
Kimi denizgülü imgesiyle yetindim,
           kimi kez uzaktan uzağa sevebildim
karası içine dürülü Karadeniz’i.”

(İlkyaz Töreni, 1993)

Bu tür sızmaları; kişinin bireysel açmazlarını, durumlarını, aşklarını dillendirmek için kaleme sarılan hemen hemen her Karadenizli şairin dizelerinde görebilirsiniz. “Şiir bir anadili sanatıdır” görüşünden devinerek, “Şair coğrafyaya doğduğu kadar anadiline ve kültürüne de doğar” demiştim bir konuşmamda ya da bir yazımda... Doğasıyla, o doğanın bir parçası olan insanıyla Karadeniz Bölgesi söz konusu olduğunda, yine sanırım ki bu görüşüm yüzde yüz haklılık kazanıyor ve yerine oturuyor. Çünkü, insanın içine doğup büyüdüğü coğrafya, kültür, iklim, kişiliğini oluşturan/biçimlendiren etkenlerden birkaçıdır. Bu etkenler, kuşkusuz şairin şiirini de etkiliyor, biçimlendiriyor.   

Evet, insanın duyarlılık sahibi olması, bir iklimi duyumsaması için onun içinde bizatihi yaşamış olması gerekmez. Buna karşın yaşam koşullarının, duyarlılığının gereği olarak o ortamı algılayıp içselleştirebilir. İnsanın oluşturduğu, içselleştirdiği iklim de şairi söyletir. Örneğin, Türk Kurtuluş Sava’nın en oylumlu ve soluklu destanını yazan Nâzım Hikmet, “Kuvâyi Milliye”deki “Arhaveli İsmail’in Hikâyesi” bölümünde yakaladığı o duyarlıkla söyler destanını:

“…Ve çok uzak,
                çok uzaklardaki İstanbul limanında,
gecenin bu geç vakitlerinde,
kaçak silâh ve asker ceketi yükleyen Laz takaları
                                               hürriyet ve ümit,
                                               su ve rüzgârdılar.
Onlar, suda ve rüzgârda ilk deniz yolculuğundan beri vardılar. 
Tekneleri kestane ağacındandı, üç tondan on tona kadardılar
ve lâkin yelkenlerinin altında
                                 fındık ve tütün getirip
                                      şeker ve zeytinyağı götürürlerdi…”

(Kuvâyi Milli, 1968)

Nâzım Hikmet’te olduğu gibi, şairin bir yerin havasını solumadan, suyunu içmeden de o yerin duyarlılığını yakalaması olanaklıdır. Ama Karadeniz Bölgesi’nin kendine özgü iklimini, kendi içine kapalı yazgısını şiirlerde yakalayabilmek farklı bir şeydir. “Trabzonlu Delikanlı” kitabından başlayarak, tüm şiirlerini Karadeniz rengi ile işlemiş olan Yaşar Miraç, Karadeniz duyarlılığı ile donanımlı olan kendine özgü ve özgün şiir dilini oluşturmayı Trabzonlu olması nedeniyle başarmıştır. Yani insan yaşadığı yere benzemeseydi“Karadeniz Hırçın Kız” gibi bir benzetmeyi yapamaz, renklerin dili olduğunu söylemez kolay kolay.   

Gerçi dünyanın değişik yerlerinde de Karadeniz gibi başka hırçın denizler, renklerin diliyle konuşan insanlar olabilir. Ne var ki,“Karadeniz hırçın kız” gibi bir dizeyi kurabilmek için Karadeniz’in hırçınlığını, kızının alınganlığını, bin bir tondaki yeşilini, sarısını, mavisini, gümüş sırtlı hamsisini bir araya toplayan koşulların oluşturduğu ortamı yaşayarak, belki de ayrımında olmadan içselleştirmek gerekir. Karadeniz’in dalgaları ile Karadeniz kızının o sevimli delidoluluğunu gözlemiş bir şair söyleyebilir ancak böyle bir şiiri, böyle bir şiir dilini ancak o yakalayabilir. 

                                                                          *   *   *

Evet, yukarıda bir bölümünü aldığım şiirimde dediğim gibi, Karadeniz “karası içine dürülü” bir gerçekliktir. Bu nedenle bir umar arayan Karadeniz insanı dışarı açılmak için kendi içinde sürüklediği çileli yaşamın ortaya çıkardığı koşulları şiirlerine yansıtıyor. Böylece, yörenin doğal özelliklerinin de katkısıyla ortaya çıkan bu kendine özgü duyarlılık algısı, evrensel bir bilinçle algılama gücüne ve dünya görüşüne sahip olan başka yörelerden, başka kültürlerden şairler de Karadenizlinin içinde yoğrulduğu koşulları içselleştirmek yoluyla ve o değer biçilmez evrensel algı yetisiyle, “Karadeniz duyarlılığı” dediğimiz olguya katkıda bulunuyorlar. Bu durumu, yöresel olanın evrensel olana kattığı varsıllık olarak da değerlendirebiliriz. Ama şu kesindir ki, Karadeniz gibi insanda hayranlık uyandıran bir doğal yapı ile o coğrafyanın yaşama koşullarının dili kışkırtmasıdır “şiirde Karadeniz duyarlılığı” dediğimiz şey neyse. 

Coğrafyaya ve kültüre bağlı olarak duyarlılık olgusu kuşkusuz yalnızca Karadeniz yöresine özgü değildir. Örneğin “Akdeniz duyarlığı” denilen olgu ve onun oluşturduğu hümanist algı/altörge, tüm sanatlar içinde edebiyatın, dolayısıyla şiirin nedenselliğine uygun olarak, bir ‘şiir dili’ olan Türkçeyi de kışkırtmış olmalıdır. Çünkü Akdeniz Bölgesi de dünyanın en verimli yaşama varsıllığını saklayan iklim koşulları ile kadim kültürlere sahiptir. O nedenle, bu ‘kışkırtılmış ve kışkırtıcı iklim’in Akdeniz insanına etkisini düşünürsek durum daha da belirginleşiyor. Yani ‘Akdeniz duyarlığı’ tanımı içinde yer alan öğelerin başında ve sonunda da söz konusu olan şiirsel duyarlılık gelir: Türkiye gibi, Suriye gibi, İtalya gibi, Fransa gibi, İspanya gibi, Yunanistan gibi ülkelerin şiirlerinde bu verimli özelliği görürüz. Yani Akdeniz de başlı başına bir eski uygarlıklar ve dolayısıyla kültürel birikim olarak ‘şiir / sanat ülkesi iklimi’dir. Bu iklim tüm Akdeniz ülkelerinin dillerini çok eski zamanlardan itibaren ve derinden etkilemiş, daha doğrusu kışkırtmıştır!.. 

Başından beri söylemeye çalıştığımız gibi, dilimiz Türkçe, Karadeniz’in olağanüstü  güzellileri tarafından kışkırtılmış olmalıdır. Osmanlı Divan şiiri bütün varsıllığını, gücünü, başarısını aruz vezni ile göstermiş olmasına karşın, Batı şiirinin etkisinde serbest koşuğa geçildikten sonra da, elli yıllık bir ilk geçiş dönemi dışında, Türkçe yine de Anadolu şiirinin varsıllığından ve özgünlüğünden ödün vermemiştir. Bu bağlamda Karadeniz doğasının ile insanının çağdaş şiirimize kattıkları yadsınmamalıdır.