'' Kendini geçemeyen gölge beden olamaz '' ŞİİR DALI E-DERGİ
Ensar SARGIN : Şiirin çekmecede dinlendirilmesi gerektiğini savunan şairlerimizden birisiniz. Bu konu hakkında düşünceleriniz alabilir miyiz?
Fergun ÖZELLİ : Dinlendirme ve çekmece sözcükleri, ustalarımdan kalma bilgilerdir bana. “Acele eden ecele gider!” derler ya o sözü de pek yabana atmamak gerek. Bana göre, iki türlü şiirle karşılaşılır şiir serüveninde. Birincisi: kendiliğinden gelip kendisini zorla yazdıran şiirlerdir (oldukça uzun aralıklarla gerçekleşirler ama kalıcı ve güzeldirler.) İkincisi: düşünülerek, hissedilerek, esinlenerek, çalışılarak yazılanlardır; emek yoğun şiirlerdir (şiir yazımı çoğunlukla onlarla gerçekleşir; şair, hayatı şiir gibi yaşadıkça daha da kalıcı ve güzel olurlar.)
Ben bu iki tür şiirin de çekmecede bekletilmesinden yanayım. Çünkü: zaman denen o garip şey, her şeyin olduğu gibi şiirin de değerini en iyi şekilde göstermekte uzman. Örnek vereyim, yazıp kendinize okuduğunuz ve çok beğendiğiniz bir şiir, çekmecede bir ay beklesin başka, üç ay beklesin daha başka, altı ay beklesin bambaşka gelecektir size. Eksiklerini, söküklerini gösterecek, dökülen, çöken, paslanan yerlerini itiraf edecektir. Bu da şairle şiirinin, “yaratıcı/yaratı” ikliminden, “okuyucu/yaratı” iklimine geçişini, birbirlerine karşı gerekli olan yabancılaşmayı sağlayacaktır; bu da şiir için büyük ve faydalı bir olanaktır. Çünkü ilk başta doğurmuş ve doğurduğunu seven biri vardır ortada; bakışları duygusaldır. Ama çekmece bekleyişiyle araya giren uzaklık/soğuma, eleştirel ve nesnel bakışı sağlayacaktır doğurana; hâlâ sevse bile, “Acaba ne yapmışım?” diye bakacaktır doğurduğuna; bu da “görünmez” hataları görünür kılacaktır.
Ensar SARGIN : Kitap çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Fergun ÖZELLİ : Narin Zehir’den ve Aşkıya’nın ikinci basımından sonra, yeni bir kitabım yayımlanmadı. Özellikle Aşkıya, Kilitli Defter ve Narin Zehir, ağır bir sorumluluk yüklemişti çünkü sırtıma. Onları aşmam gerekliydi kendi açımdan. O yüzden, hem benim, hem de (varsa) okurum için, demlenmiş bir kitap olsun diye bekliyorum yeni şiir kitabımın. Bunların dışında, tek şiir incelemeleri kitabım ve kısa öyküler kitabı çalışmam var bitirmek üzere olduğum.
Ama tüm bunların dışında, biri bitmiş iki proje/şiir çalışmam var yayıma hazırladığım; isimleri Seyfi Turan Şiiri ve Kovulmuşlar.
Seyfi Turan Şiiri, içinde benim de bulunduğum yüz altı şairin ikişer dizesinden oluşturduğum bir kolâj şiir çalışması. Bu çalışma Türkiye’de yaşayan ve Türkiye’den gelip geçen on üç dile çevrildi on yedi gönüllü çevirmen tarafından ve on dokuz gönüllü çizerimiz tarafından da desenlendi; şu anda yayımlanmayı bekliyor; Orhan Alkaya’nın kulakları çınlasın.
Kovulmuşlar, benim 2000 yılından beri yazdığım, Türkiyeli şairlerin şiir portreleri. Bu şiirleri de gönüllü olarak sevgili Metin Üstündağ desenledi. Eğer son iki şairimi de yazabilirsem 2013 yılında yayıma hazır hale gelecek ve kendisini yayımlayabilecek yiğit bir yayımcı arayacak!
Ensar SARGIN : Sizce şair, şiire yabancı mı olmalı? Yoksa şiirin parfümünü mü sıkmalı?
Fergun ÖZELLİ : Şair, yaşantısını da şiire dönüştürmek için çabalamak dışında, yazdığı şiire, ilk karalama aşamasından sonra yabancılaşıp onu yontulacak bir mermer gibi görmeli ve dergilerde yayımlayıp kitaplaştırdıktan sonra da geçmiş çalışma dönemini unutmalıdır. Bu yabancılık ve unutma süreci, şairin, şiirle olan birlikteliğini uzun süreli kılmakta, yepyeni, kalıcı olabilen ürünlerin doğumunda ve şair kimliğini başkalarına değil, kendisine karşı içtenlikle taşıyabilmesinde verimli ve etkili olabilir; yabancılık, gerçek dostluğu ve arkadaşlığı tetikleyecektir. Bu süreçleri atlayıp da kendisine sadece şiirin parfümüyle çekicilik, görünürlük ve kalıcılık sağlamaya çalışan şairse, parfümün geçici “gücü”yle yetinmek zorunda kalacaktır. Çünkü zaman, aşındırıp arıtır; hiçbir parfümün kokusu da sonsuza dek kalmaz gövdede.
Ensar SARGIN : Şiir işçiliği nedir? Nasıl olmalıdır?
Fergun ÖZELLİ : Şiir işçiliği, “düz işçiliği” taşıyamaz sırtında. O yüzden, şiir bilgisi açısından donanımlı olmak zorundadır şiir işçisi. Bu donanım da öncelikle şairlerin ve akademisyenlerin şiir üzerine yazılmış kuramsal kitaplarının okunmasıyla gerçekleşir. Ama bu yetmez, sözlük okumaları, fizik, kimya, biyoloji, sosyoloji, psikoloji, siyaset, tarih, müzik, resim, coğrafya, uzay bilim vb. konularda araştırma ve okumalara da gidilmesi gerekir. Sonra sıra daha önceki şairlere uzanmaya gelir. Bu çalışma birdenbire gerçekleşmez elbette; eğitimini ömrünün her yanına yayar şair adayı; yani, “sürekli bir öğrenci”dir aslında. Aslolan, onda ortaya çıkan, fark ettiği ve fark edilen yeteneğin geliştirilmesidir. Bütün sanat dallarından örnek verilebilir “işçilik” için. Heykel, resim, müzik, dans, fotoğraf, sinema, tiyatro işçilikleri nasılsa, şiirin işçiliği de öyledir. Kısacası, hayata hayat vermek, yoktan var etmektir. Bu var ediş, göze, kulağa, beyne, yüreğe, bilinçaltına yapılan bir nokta atışıdır ve gözden, kulaktan, beyinden, yürekten ve bilinçaltından beslenir; kalem, kâğıt, defter, daktilo ve bilgisayar da şiirin isimsiz doğumevleridir.
Ensar SARGIN : Şiir bestelenir mi? Sizin de bestelenen değerli bir şiiriniz var, bilgi verebilir misiniz?
Fergun ÖZELLİ : Şiir, eğer kendi müziğini hissedip dinleyebilen bir besteciyle karşılaşıp tanışırsa bestelenebilir kanımca. Herhangi bir şiiri alıp besteleyeyim demekle olmayacak bir iş; çünkü müzik, sözü gizli bir şiir; şiirse, müziği gizli bir söz. İşte bu iki gizin ortaya çıkıp buluşması, kaynaşması, bütünleşip doğum yapması, büyük bir yüzdeyle rastlantılara ve şansa bağlı kanımca.
İşte, böyle bir şans (rastlantı da denebilir) bana da güldü; mutluyum, bir şarkım var artık bu garip dünyada. Öyküsü de şöyle (elbette yıllar önce), sevgili Erhan Doğan, okulunu bitirmiş, eşyalarını toplamış, bir şehirden bir başka şehre taşınacak, eksik gedik kaldı mı diye etrafa bakınıyor. Tam o anda, masanın üzerinde garip garip duran dört yapraklık mini minnacık Yusufçuk dergisini görüyor. Arkadaşları gelince gidecekler, zaman geçirmek için, bir kenara oturup okumaya başlıyor dergiyi. Orada, Buralardan Gitmeliyim isimli şiirim ilişiyor gözüne ve üst üste üç dört kez okuyor metni. Ne olduysa da o an oluyor, okumak kesmiyor, oracıkta gitarını çıkarıp notalara döküyor şiiri. Şimdilerde düşünüyorum da bu buluşma, hem ikimizin, hem de müzikle şiirin buluşmasıymış dünya üzerinde; iyi ki de buluşmuş…
Ensar SARGIN : Genç şairlerin bugününden yola çıkarak, son dönem şiir anlayışına nasıl bakıyor şiirin geleceği hakkında neler düşünüyorsunuz?
Fergun ÖZELLİ : Öncelikle, “genç şair” tanımlamanız için daha eskilerde yazdığım bir yazıdan alıntı yapayım: “Oysa “genç şair” olunmaz kanımca, hiçbir kuruldan da şairlik onayı alınmaz. Şair, yeteneği, hayalleri, kararlılığı, çalışkanlığı ve hayatıyla şairdir. Genç olan şiirdir; dildeki, imgedeki, düşünce, biçim ve biçemdeki, tazelik, duruluk, sadelik, coşkunluk, sağlamlık, yenilik, arayışçılık ve devrimcilik, yazılanı “genç” kılar. Bu sıfatları üzerinde taşıyan bir şiiri yazan kişi de gerçek şairdir, ister on beşinde olsun, ister iki bin sekseninde, fark etmez.
Sonuç olarak diyebilirim ki, “genç şair” kavramı, şiir dünyamızdaki (benim bir türlü anlayamadığım) o garip iktidar mücadelesinde, söyleyecek, yazacak, değiştirecek yeni bir şeyi olmayan birilerinin gündeme getirdiği ve kendi iktidarlarının sarsılmaması için, dergi sayfalarından tutun da, şiir yarışmalarına kadar gündemde tuttuğu ve artık patlatılması gereken, o koca “balon”lardan birisidir... Yanılıyor muyum dersiniz?”
Bu alıntıdan da görülebileceği gibi, “genç şair” kavramını kocaman bir “balon” olarak tanımlayan biriyim. O yüzden, sadece şiirin bugününe bakarak gelecek hakkında bir şeyler söyleyeyim izin verirseniz.
Günümüz Türkiye’sinde çılgınca bir hevesle, kendisini, çok kolay gibi gördüğü şiirle kanıtlamaya ve tanımlamaya çalışan bir “şair” ordusu var. Hemen hemen herkese yetecek (birçoğu paralı) şiir ödülleri var. Şiir kitapları yayımlanıyor hatta yeni baskılar bile yapıyor; okuyucusu da var. Ama bakıyorum, şiir yurduna adım atmış bir sürü insan, kendisinden önce bu yurda gelmiş, emek vermiş diğer şairleri (en azından imza bazında) bile tanımıyor. Bir şairin, başka şairleri kendi “şiir savı” gereği yok saymasını ya da onlarla tartışmaya girmesini anlarım ama imza bazında tanımamasını asla; ne yazık ki günümüzde yoğun olarak yaşanan tam da bu. Bu gerçeklik de sanırım, her şeyin kendisiyle başlayıp biteceğini düşünen oldukça kalabalık ve yanlış bir düşüncenin varlığının tavan yaptığını gösteriyor bize. Oysa şiir, elden ele geçen bir cevherdir kanımca ve her el değiştirdiğinde daha da gelişmiş ve serpilmiş, mükemmelleşmiş hale gelir; tıpkı (kapitalist uygarlığın sunduğu hayatın dışındaki) hayat gibi... Bunun dışında, popüler şarkıcılar ve müzik toplulukları farklı şairlerden şiirlerden bestelenmiş şarkılarıyla geniş dinleyici topluluklarını etkileyebilmekteler. Besteciler de bestelerine yazdıkları sözlerde, neredeyse şiir denebilecek güzellikte metinler üretmekteler. Her yıl, çeşitli kent ve ilçelerimizde, düzenli olarak, ulusal ya da uluslar arası şiir günleri düzenlenmekte. Ayrıca bunların dışında, hayattan ayrılmış şairler için anma günleri, hayatta olan şairler için de “otuzuncu, kırkıncı ya da ellinci yılı vb.” gibi etkinlikler yapılmakta; “bar” ve “cafe”lerde, çeşitli sanat merkezlerinde, şiir okuma günleri, geceleri sürdürülmekte. Felsefi, poetik, estetik ve ideolojik düşünceyi besleyen telif ve çeviri yapıtların yayımlanmasında da gözle görünür bir nitelik ve nicelik artışı var. Üniversitelerde de şiir üzerine oldukça nitelikli akademik inceleme ve araştırmalar yapılıp yayımlanmakta. Genç, yaşlı, yaklaşık iki yüze yakın şair, belli başlı edebiyat ve şiir dergilerinde şiir yayımlamayı sürdürmekte günümüzde. Üstelik bu sayı, (sanırım sevgili Metin Celal söylemişti) ülke çapında yayımlanan diğer amatör dergiler ve gazete eklerinde yer alanlarla birlikte neredeyse bin kişi civarına ulaşmakta. İsmine “şiir iktidarı” da denen anlamsız ve garip bir “şey” için, ülkemiz üst düzey yöneticileriyle politikacılarının yüzde doksanını aratmayacak denli “derin”, dedikodular, “ayak oyunları”, “yok sayma” operasyonları ve “dönemsel paslaşmalar” bile yaşanmakta.
Şu an içinde yaşadığımız “günümüz uygarlığı” da, “düşünce”yi, yöneten kesimler haricinde, herkes için tümüyle ortadan kaldırmak amacıyla, yazı ve kavramların yerine sembolleri koyup her şeyi kodlamakta. O nedenle de, yazının yerini büyük bir hızla ses ve görüntü almakta. (Sanırım, şiirdeki somut şiir çabaları da bu saldırıya bir karşı koymaya denk düşmekte.) İnsanlar, şiir okumaktansa, şiir dinlemeyi seçmekte; üstelik bu okumanın da müzikli olması onlara daha çok keyif vermekte. Yani gerçek şu ki, tek bir insan nasıl yalnız ve aynı zamanda kalabalık olabilme özelliklerini içinde yan yana taşıyorsa, şiir de öyle yalnız ve azınlıkta günümüzde; ama aynı zamanda oldukça da kalabalık. Çünkü: aşkı ve bilinçaltını savunma adına, vicdanı yeniden kurma adına ve henüz tüketme çılgınlığının ele geçiremediği bir mevzide, kararlılık ve inatla, insandan yana, hayattan yana ayakta durması nedeniyle de oldukça önemli bir yerde; hem ülkemizde, hem dünyamızda...
Günümüz şiiri (ve şairi) de, a) Yapay ve deneysel bir dil yerine, bu yapay ve deneysel dili de içeren, geçmişten bugüne kadar yaşanmış toplumsal yapı ve doku çeşitliliği gereği oluşmuş ve diğer dünya dilleriyle olan akrabalığını da reddetmeyen sentez bir dil zenginliğinin, belki de gerçek dilinin farkına varmış, b) Sivilleşmeyi iyice içine sindirmiş, c) Diğer sanat dallarıyla olan ilişkisini iyice geliştirmiş, bilimle var olan bağlarını daha da sağlamlaştırmış, d) Otoriter tek doğru putunu yıkmış, hayata daha da yakınlaşmıştır. e) Büyük bir yüzdeyle de (düşünsel ve eylemsel anlamda) toplumunun çok önünde yürümektedir. f) Hem günümüz şiiri hem de şairi, kendisi büyük bir kararsızlık ve sarsıntı hatta belki de çöküş içinde olan “sistem” içinde, “somut ve güncel beklentilere uyarlanmış zihinler” olarak değil de (giderek daha büyük oranda ve geçmişteki şair atalarına yakışır bir şekilde) dünyalılaşan ve bağımsızlaşan zihinler olarak vardırlar ürettikleriyle. g) Deney yüklü keşifçi tutumlarla da hem kendilerinin hem de seslendiklerinin gözbağlarını yırtmaya çalışmaktadırlar. Hatta bu “yırtma” eylemini oldukça büyük oranda başarmış bulunduklarını söylersem, sanırım yalan da söylemiş olmam.
Ancak, tüm bu saydıklarıma eklemem gereken “yapılacaklar” notlarım da var hem kendim hem de diğer arkadaşlarım için. Onlar da şunlar: Günümüz şairi ve şiirinin, 1) Hayatın her alanında da olduğu gibi, içten olmayan, emek verilmeyen hiçbir şeyin gerçek ve kalıcı olmadığını asla unutmadan, sadece şiir değil, şiirin, şairin ve okurun entelektüel arka planını da zenginleştirmek amacıyla, mutlaka şiir üzerine de düşünülmesine ve bu düşüncelerin yazıya dökülmesine, 2) Her şairin kendi poetikasını açan yazılar üretmesine, 3) Günümüz insanlarının, tüketim ve kariyer hırsıyla koşuşturan dar zamanlı dünyası içinde, insani duygularının gerçekten ama gerçekten ürpertilmesine çok ihtiyacı var. Bu anlamda, şiirin, biraz önce saydığım başarılarını da yanına alıp, yeni baştan ve farklı yöntemlerle yeniden sosyalleşmeye, 4) Şu ana değin düşünülmemiş, çoğulcu ve paylaşmacı bir yaşam tasarımını da düşleyerek, dünya şiirini gerçek anlamda etkileyip, dönüşüme uğratacak yeni bir “şiir akımı” fırtınasını yaratmaya, gereksinimi var.
Ama kapitalist bir uygarlıkta yaşıyoruz. Bu uygarlık, insanları kendi rızası ile “tek tip”leştirmekte. Bunu da eğitim, medya, resmi terör, işsizlik, ekonomik kriz (!), açlık, hayali tarih, uyduruk dil, yalnızlaştırma vb. araçlarla gerçekleştirmekte. Yaşadığımız topraklar da bu “tek tip”leştirmelerden bağımsız değil. “Tek tip”leştirmeye yapılabilecek bütün itirazların ortadan kaldırılabilmesi de ancak ve ancak ırkçılık ve inanç bağnazlığının yine yukarıda saydığım araçlar yardımı ile topluma şırıngalanmasıyla olası. Ancak ne yazık ki bu “tek tip”leştirme saldırısından kurtulamayan, vicdanını yitirip alabildiğine bencilleşerek “ilkelleşen” insanlar şiire (hatta, sanatın tüm dallarına) uzak durmaya başlıyorlar. Çünkü: aşk yoktur onlar için, vicdan, merhamet yoktur, umut yoktur, isyan da. Onlar, şiire ihtiyaç duymaz, omzu sıvazlanacak “kapitalist uygarlık” vatandaşı bir robotturlar artık. Ve ne yazık ki bu yakıcı gerçeklik, koskoca bir kaya gibi durmakta önümüzde.
Yine de tüm bunlara rağmen, inatla, şiir, her zaman vardır ve olacaktır insanın dünyasında (aşkında, acısında, isyanında, kavgasında, umudunda, umutsuzluğunda ve yalnızlığında) diyorum ben ve hiçbir zaman umudumu yitirmiyorum. Sadece bir değişim gerekli, diyorum. Değişim de, (yerel ve evrensel) geçmiş şiir birikimimizi tümüyle özümseyip sahiplendikten sonra onu dönüştürerek reddetmekle, şiiri, bilgisayarların sanal, anlık okunur ortamından, dil cambazlığından kurtarıp aşkımız, iç yaramız, isyanımız haline getirdiğimizde gerçekleşecek kanımca. Ve bu değişim, çoktan başladı kanımca; yeter ki onu fark edelim ve şiir için (elbette hayat için) inatçı olalım.
Ensar SARGIN : Yanıtlarınız için teşekkür ederim. Hangi dizelerle sonlandırmak istersiniz bu söyleşiyi?
İki minik şiirle diyeyim:
1. eleştiri
dedim: merdiven yetmez gökyüzünün üstüne çıkmaya
dedi: iyi düşün; yıldırım saçakları hiç mi aklına gelmez
2. soru
ah! nasıl yeterim bunca karmaşaya
bir lokmacık hayatımla