'' Kendini geçemeyen gölge beden olamaz '' ŞİİR DALI E-DERGİ
YUNUS EMRE ŞİZOİD VE ANARŞİST ( elbette DÂHİ ) BİR ŞAİRDİR. EL YUNAN ( KONYA’DA ) YAŞAMIŞTIR, YERLİ HIRİSTİYAN AHALİYE DE MENSUP OLABİLİR(
BEKTAŞİLİK ASIL BALKANLARDA VE ANADOLUDA EVRENSEL MESAJI NEDENİYLE DAHA ÇOK HIRİSTİYAN AHALİ ÜZERİNDE TARAFTAR BULMUŞTUR. YUNUS EMRE EĞER HIRİSTİYAN HALKA MENSUP İSE BEKTAŞİLİĞE GEÇMESİ BU DENLE MUHTEMELDİR. ( Baraka Baba Sarı Saltuk Yunus Emre Silsilesi )
GERÇEK YUNUS EMRE KESİNLİKLE ALEVİ - BEKTAŞİ BİR ANLAYIŞTADIR. BUNUN EN BARİZ ÖRNEĞİ ALEVİ BEKTAŞİLİKTEKİ AĞAÇ KÜLTÜ YUNUS EMRE’DE BAŞAT NİTELİKTEDİR.
BU İLK VE GERÇEK YUNUS EMRE ÖTEKİLEŞTİRİLMİŞ VE DIŞLANMIŞ BİR İNSANDIR. BU YÜZDEN VAROLUŞUNU DAHA BASKIN OLARAK İFADE ETMEK İHTİYACINI HİSSETMİŞ, EŞİTLİK VE KARDEŞLİK TALEPLERİ BU ÖTEKİLEŞTİRİLMENİN BİR DIŞA VURUMUDUR...
İLK VE GERÇEK YUNUS EMRE ( Ölüm Tarihi 1320 ) ŞİZOİD BİR DÂHİ OLDUĞU İÇİN ŞEYH DEĞİLDİR MÜRİDLERİ DE YOKTUR. ŞEYH YA DA TARİKAT REİSLERİ PARANOYAK NİTELİKLİ OLDUĞU İÇİN SİTEMLİ BİR KURAM GELİŞTİREBİLİR VE MÜRİDLER TOPLAYABİLİRLER. İSA’NIN 12 HAVARİSİ MÜRİD DEĞİLDİR
GERÇEK YUNUS EMRE HAZRETİ İSA GİBİ ŞİZOİD YAPIDADIR. BU YÜZDEN ESERİ MİNÖR BİR ŞAHESERDİR. BU MERKEZİ ŞAHESER METİN, HOMEROS’UN İLYADA VE ODİSYA ADLI DESTANLARINDA OLDUĞU GİBİ DAHA SONRA PEK ÇOK İLAVELER VE ZEYLERLE ÇOĞALMIŞTIR. TIPKI EDWARD SAİD’İN HOMEROS İÇİN YAPTIĞI YORUMA BENZER ŞEKİLDE, TARİHTE YAŞAYAN VE ESERİ OLAN BİR YUNUS EMRE VARDIR. AMA BUGÜN TANDIĞIMIZ YUNUS EMRE İLK VE MERKEZİ METNİN SAHİBİ YUNUS EMRE DEĞİLDİR.
DAHA SONRAKİ ÂŞIK YUNUS, BİZİM YUNUS VE CÜMLE YUNUSLAR SÜNNİ VE KIFAYETSİZ MUHTERİS AKADEMİSYENLERİN KURGULADIĞI HURAFELERLE CAHİLCE İNŞA ETTİKLERİ VE ASIL METNİ TAHRİF EDEN KURGULARDIR
KÜLTÜR BAKANLIĞI’NIN YAYIMLADIĞI KİTAPLAR NEDEN HASARLI, BAŞTAN SAVMA?
YUNUS EMRE’Yİ YOZLAŞTIRAN SÜNNİ AKADEMİSYENLER.
SÜNNİ AKADEMİSYENLERE İTİMAD ETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.
İBNİ ARABİ’nin VAAZ ETTİĞİ VAHDED - İ VÜCUD YA DA TASAVVUF AKİDESİ HIRİSTİYAN TEOLOJİSİNDEN MÜLHEMDİR. GERÇEK YUNUS YENİ PANTONCULUK ( PLATON’UN HIRİSTİYAN YORUMU) DOĞRULTUSUNDA ESERİNİ İNŞA ETMİŞTİR
HER YENİ DİN ESKİ DİNE BAZI TAVİZLER VERİR. TASAVVUF DA İSLAM’A YÜZDE ON ORANINDA TAVİZLER VERMİŞTİR. TASAVVUF YÜZDE DOKSAN ORANINDA İSLAM’IN HARİCİNDEDİR
MEVLANA CELALEDDİN RUMİ, İBNİ, ARABÎ, GERÇEK YUNUS MÜSLÜMANLIKTAN ÇOK FARKLI ÂDETA YENİ BİR DİNİ AKİDEYE BENZER GÖRÜŞLER VAAZ ETMİŞLERDİR. ESER VE İÇTİHATLARI MÜSLÜMANLIĞA MESAFELİDİR
GERÇEK YUNUS EMRE MUHTEMELEN MARJİNAL DURUŞU VE ŞİİRLERİ NEDENİYLE DOLAYLI OLARAK SİYASİ BİR EYLEMLE İRTİBATLANDIRILIP, EGEMEN KAST TARAFINDAN KATLEDİLMİŞTİR.
BU EGEMEN KAST, KATLETTİĞİ YUNUS EMRE’NİN SERENCAMINA ADETA BİR YAYIN YASAĞINI DA DEVREYE SOKTUĞU İÇİN, GERÇEK YUNUS HAKKINDA HAYATINA VE MACERASINA AİT BİLGİLERDEN YOKSUN KALINMIŞTIR
EGEMEN KAST TARAFINDAN KATLEDİLEN GERÇEK YUNUS EMRE BİR ZAMAN SONRA ONU KATLEDEN UNSURLARIN HALEFLERİ TARAFINDAN MEŞRULAŞTIRILMAK ZORUNDA KALINMIŞTIR ( Türkiye’ de 50 yıl evvel “Vatan Haini” ilan edilen Nâzım Hikmet’in günümüzde “Vatan Şairi” olarak meşrulaştırılmasına benzer bir dönüştürme )
KÜLTÜR BAKANLIĞINCA 2012 DE YAYIMLANAN YUNUS EMRE ANI VE ARMAĞAN KİTAP’TA SAYIN TURAN ALPTEKİN VE M. SABRİ KOZ’UN METİNLERİ DIŞINDAKİ METİNLER HATALI, HASARLI, HURAFE VE ÖNYARGILARLA DOLU, BİLİMSEL DOĞRULUKTAN UZAKTA, TEKRARLANAN BAYAT KLİŞE METİNLERDİR.
Ayrıntılı olarak bu konudaki görüşlerimi izah edeceğim.
I
Prof. Dr AHMET KARTAL’ın HURAFELERİ:
Sayın Ahmet Kartal 1071 de Anadolu’ya akın ederek bu coğrafyayı kısa sürede fetheden Türkmenlerin, Anadolu’ya girer girmez fetihçiliği kadar ilim ve kültüre çok önem verdiğini
Hatta bir Venedikli bir papazın tanılığına başvurarak iddia etmektedir. “Venedikli Papas ( abbe ) Toderinin Letteretura Turcheca isimli serinde xvııı. Asra kadar Türk fikri hayatını mütala ederken dile getirdiği şu düşünceler dikkat çekicidir. ( Altındağ 1944- 523) ‘ Belki de dünyada Türkler kadar ilme müştak, mütemayil ve ilmi meselelerde Türkler kadar çalışkan bir millet yoktur. Türklerde ilim ve bilgi ile en büyük hürmet kazanılabilir. gerek din gerek devlet memuriyetlerinin en yükseklerine çıkabilir”
Ben bu Venedikli Papaz’ın bu anlayışa varmasının yegâne sebebi olarak, Şuara Tezkireleri’nde binlerce ismin, fal kitabından, en basit hurafe metinler kaleme alanlar dâhil, tarikat önderlerinin söylediği basit vecizeler nedeniyle âlim sayıldığı bir iklimde, şairle şarlatanın ayırt edilmeden, cümlesi âlim ve sanatkâr olarak Şuara Tezkireleri’nde sayıları binleri aşması, yüzeysel olarak “Türkler çok ilim adamı yetiştirdi” şeklinde, hatalı bir tasavvur olduğunu düşünüyorum.
1071 den 200 yıl sonra Türkçe yazılı dilde ifade edilmeye başlar. Türklerde yazılı dile geçişteki bu gecikme, sanat şiir açısından bir mahzur olarak görülmese de, zira şiir sözlü kültür içinde de soyluca inkişaf etmiştir. Fakat bilim yapmak için yazılı dil gereklidir.
1071 den XIV. yy. kadar Türklerin fethettiği Anadolu Coğrafyası’nda şiir, sanat, mimari ve bilim, hülasa medeniyeti inkişaf ettirecek bir birikim zaten mevcuttu. Bu birikim ve donanıma sahip olanlar Yerli Hıristiyan halklardı. Rumca, Ermenice, Süryanice, İbranice eserlerle birlikte Arapça ve Farsça eserler, vermekteydiler.
Feylesof Hegel’in, Efendi Köle Diyalektiği hatırlanırsa medeniyeti ve uygarlığı inşa edenler kölelerdir. Savaşçı ve Alp Türkler kılıç üstünlüğü ile Anadolu’daki yerli Hıristiyan halk üzerinde siyasi olarak egemenlik kursalar da, Anadolu’da “ilmi” sanatı, mimariyi inşa eden ehliyete sahip olanlar Akıncı Türkler değil, Yerli ve Hıristiyan Halktır.
Sayın Ahmet Kartal’ın sayfalar boyunca 1071 den başlayarak kısa sürede ilimde dev adımlarla ilerleyen Türklerden bahsetmesi klişe cümlelerce tekrarlanmakta. Sonra yazdığı bir cümle ile zaten sayfalar boyunca abarttığı bu düşüncelerini belkide ezbere gitmenin dikkatsizliği içinde yerle bir ediyor: “ TUHAF OLAN ŞU Kİ, BU KUTALMIŞ TÜRK OLMASINA RAĞMEN ASTRONOMİ ( NÜCUM ) İLMİNİ ÇOK İYİ BİLİYORDU.”
Sayın Ahmet Kartal ilim aşkını methettiği Türkleri, bu kez alıntıladığı bu cümleyle Türk olmak ilimle meşgul olmaya engel bir hal olarak nitelendiriyor. Semantik bağlamda birbirine zıt iki cümle.
Sayın Ahmet Kartal, Türklerin ilim konusunda methederken, bu ilim kelimesini çok müsrif biçimde ve bilim dışı alanları, hurafeleri içerecek manalar vermesi de gülünç bir durum. Bazen tabii ilim, pozitif ilim, felsefe konusunda ilmi tartışmalar, gibi yanlış anlamlarla kuşatıyor.
Ahmet Kartal XIII. yy. Türklerin ilim aşkı ve kabiliyetine misal olarak Farsça, Arapça yazılan ve bazen tabii ilim, bazen pozitif ilim, bazen ilim, felsefi ilim, akli ve tabii ilim, gaybi ilim vb. olarak nitelendirdiği eserlerin çoğunun aslında bilim dışı hatta hurafeler olduğunu fark edemiyor. Fal Kitapları, Rüya Tabirleri, Gizli İlimler, Nucum İlmi, gibi hususlarda büyük bir bilimsel kemal görmekte. Aslında fal, falcılık, simya, büyü, İslam dinince men edilen alanlardır.
57. sayfa son paragrafını 8 cümlesini, 57.sayfa belki dikkatsizlikten Mantık ve Hikmet alt başlığı altında aynen tekrarlamıştır.
Ahmet Kartal, ilim başta olmak üzere Türkleri her anlamda birinci ilan etmek için Musiki ve Raks’da da Türkleri şampiyon ilan etmekte, gecikmiyor. İlim ve tasavvuf meclisinde raks eden kadın sanatçılardan söz ediyor. Raks eden kadın sanatçıların ilim ve tasavvuf meclislerinde değil “Oturak Âlemleri” nde raksettiğini yazsaydı meramını daha doğru ifade etmiş olurdu.
Mesela bu kitapta metinleri kaleme alanlar Mehmed Siyah Kalem ve bu bağlamda Şamanizm üzerinde düşünmedikleri görülüyor. Ve Ahmed Yesevi üzerindeki İslam’dan çok Şamanizm Budizm be Manihenizm’in etkileri irdelenmiyor.
Genelde metinler, hurafe sayılabilecek türden rivayetlere gerçek bir bağlam atfederek değerlendirilmekte.
Metinler, klişe cümleler nedeniyle metinler edebi ve sanatsal metne özgü bir retorik yetkinliğin çok altında.
Ahmet Kartal’ın Yunus Emre ve Tasavvufu, Sünni İslam’a dâhil etmek için aşırı ve gülünç gayretkeşliği kendini de zor durumlara duçar kılmakta. Öyle ki Tasavvuf, raks, musiki ve işreti de içerecek biçimde anlam genişlemesine uğramakta. Sünni İslam raks ve musiki konusunda, bazı hususlar dışında, yasaklayıcıdır.
“El Yunan” Konya ve Havalisi Kemal Tahir’in Devlet Ana adlı romanında o zamanın Sodome Gomorrası olarak işrete ve sapkınlığa müptela bir belde ve ahalisinin yozlaşmış ve kozmopolitliğiyle meşhur olduğunu iddia etmektedir.
Aslında Tasavvuf’un, işret, mey, müzik, raks ve sapkınlığı öncelediği, anlam genişlemesine uğrayarak, Müslümanlık has sembolleri de sınırlı ve az olarak içerdiğini söylenilebilir. Ahmed Hamdi Tanpınar XIX Asır Türk Edebiyatı Tarihi’nde, Sünni akidenin men ettiği işret ve rind haline geçişi muvazaalı olarak mümkün kılan tek çarenin Tasavvuf olduğunu, Divan şairi Tasavvuf muvazaası altında her türlü işret, mey, rint ve sapkınlık hallerine imkân bulabildiğini, belirtmektedir. Tasavvuf sayesinde, İslam’ın men edilen haller, aykırı ve marjinal yaşam biçimlerine bir özgürlük alanı açılmaktadır.
Sayın HAŞİM ŞAHİN, Taptuk Emre’nin menkîbevi bir kişilik değil de, yaşamış bir şahsiyet olduğunu ispat için, kendi Sünni muhafazakâr anlayışını askıya alan bir kanıta dayanıyor ki, insan şaşırıyor.
Sayın Haşim Şahin Anadolu’da XIII. XIV. yy. da yaşayan Tapdukilerden söz ederek, Taptık Emre’nin yaşadığını kanıtlamak istiyor. Ama yaptığı bir alıntı Taptukilerin sapkın bir tarikat olduğunu ima eder tarzda. Tıpkı Umberto Eco’nun GÜLÜN ADI adlı romanındaki gibi, toplu seks ilişkilere müptela Hıristiyan sapkın bir gurubu tarif edişine benzer tarzda Taptukileri anlatan bir belgeye, dayanması da tuhaf:
“ el- veledüs- Şefik yazarı Kadı Ahmed Niğdevi’nin ifadelerinden anlaşılmaktadır. Ancak Tapduk Emre’nin müritlerinden pek hoşlanmadığı anlaşılan Kadı Ahmed Tapduklular / Tapdukiler’in şeri kurallara pek riayet etmediklerini, ağaçlara taptıklarını, Sünni İslam anlayışına karşı hareket etmelerinin yanı sıra, kadınlarını, kızlarını saygıları gereği misafirlerine sunarak bir anlamda ‘ cinsel konukseverlik’ gösterdiklerini de, yazmaktadır “
Yazar bu kanıtı ayrıntılarıyla göstermeden evvel 205. sayfada bu kanıtı sağlam bir argüman gibi görüşlerine tanık tutması, bir yerde Yunus Emre ve Taptukilerin zararına da olsa, kendi zayıf ve hurafe kabilinden tezini ispatlamak için, böylesi bir kaynağa dayanması da tuhaf.
“Kadı Ahmed Niğdevi’nin Tapduk Emre’ye bağlı dervişlerden söz etmesi böyle bir şahsiyetin mevcudiyetinin somut delileridir”
Yazısının iki yerinde önce daha dar ve olumsuzluk ima etmeden bu kanıtla kendi görüşünü ispat etmek için başvuran yazar, daha sonra daha geniş ve olumsuzluk içerecek şekilde, bu kanıta dayanmak istiyor. Bir meşruiyeti inşa etmek için, bu meşruiyete son derece zıt ve mesafeli bir kanıtla ispatlamak istiyor.
Tabi ki bu inadında başarılı olamıyor. Ama Yunus Emre ve Taptuk Emre hakkında bir edebi metinde asla düşünülemeyecek nifak tohumlarını ekiyor adeta.
II
AKADEMİA, SÖZDE BİLİM ADAMLARI, BÜROKRASİ VE DEVLET LAUBALİ VE CİDDİYETTEN UZAK ŞARLATANCA YUNUS EMRE HAKKINDA YALAN BİR SUNUMA VE TAKDİME NEDEN GEREK DUYDU? ...
TÜRKİYE’DE SAHTEKÂRCA İNŞA EDİLEN MODERN BİR YUNUS EMRE MENKIBESİ ESKİŞEHİR SARIKÖYDE BULUNAN İSKELET “YUNUS EMRE’NİN İSKELETİ” DİYE DÜZENBAZCA VE SAHTEKÂRCA TÜRK BİLİM ADAMLARI TARAFINDAN İLANI SKANDALDAN DA ÖTE EDEBİYAT TARİHİNE KARŞI EVET TÜRKİYE HALKINA KARŞI YAPILAN BİR SÜİKASTTIR.
“Sarıköy’de anıtın inşası devam edilirken Yunus’un mezarı Halim Baki Kunter, Ahmed Adnan Saygun, Kemal Güngör, Raci Temizer ve Hasan Bıçakçı’dan oluşan bir ekip tarafından 28 Haziran 1947 Cumartesi öğleden önce açılacak BİR ELİ BAŞININ ALTINDA, BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE BOZULMAMIŞ HALDE YATAN BİR İSKELETE ULAŞILDI.
Ekipteki uzmanlar tarafından yapılan antropolojik inceleme bu iskeletin ALTI YÜZYIL KADAR ÖNCE SEKSEN YAŞLARINDA ÖLMÜŞ TÜRKMEN SOYUNDAN BİRİNE AİT OLDUĞUNU GÖSTERİYORDU”
Değerli Dostlar, Türk antropologlar elbette Amerikalı ya da Alman antropologlardan daha zeki ve bilgili olduğu için, ayrıntılı bir inceleme, labaratuvaturda teknik ameliyeler icra etmeksizin hemen mezar açılır açılmaz ânında bu iskelet TÜRKMEN KOCASI YUNUS EMRE ye ait. HEM DE SEKSEN YAŞINDA vefat etmiştir, kanaatine varıyorlar.
Oysa Amerikalı bir antropolog olsa altı ay, bir sene fuzuli zaman kaybıyla bu iskeletin, laboratuar dâhil tüm tetkiklerini yaparak bir kanaate varırdı. Buradan anlıyoruz ki Türk antropologlar asla zaman ve vakit harcamadan ânında iskeletin kime ait olduğunu yaşını hatta Brakisafal, Dolikisafal gibi gereksiz bilimsel terimlere başvurmaksızın Türkmen iskeleti olduğunu anlıyorlar. Hemen bir bakışta bir iskeletin Rum, Türkmen, Ermeni, Boşnak olup olmadığı konusunda karar veren bu Türk antropologlar ile ve antropologı ilminde Türkiye’nin çok ileri olduğunu düşünerek, ne kadar övünsek azdır.
O ân Yunus Emre’ye ait iskeletin nitelikleri, temsili fotoğrafı hızla ajanslardan, gazetelerin manşetlerine ve okul ders kitaplarına kadar ânında hızla yayıldığı, tahmin olunabilir.
En mühimi YUNUS EMRE nin bu bulunan iskeleti; tarihi ve menkıbevi bütün bilgileri yüzde yüz doğrulamaktaydı. Zaten Türk “ilim” adamları, tarihte pek çok buna benzer, büyük başarılara imza atmışlardır.
Hem BİR ELİ BAŞININ ALTINDA, BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE BOZULMAMIŞ HALDE YATAN BİR İSKELET, tahayyül edilen gönül insanı Derviş Yunus menkıbesini doğrulamaktaydı. “BİR ELİ KALBİNİN ÜZERİNDE”
Hâlâ Ben Türkiye’de pek çok insanın, Yunus Emre’nin iskeleti hakkındaki bu doğru tarihi bilgiler nedeniyle mutlu olduklarını, düşünüyorum.
Devam Edelim.
“ Yıllar sonra Adnan Saygun ve Kemal Güngör’ün şahitliklerine başvurularak açılan mezardan ASKINDA ON BEŞ İSKELET ÇIKTIĞINI, bu yüzden bir hayal kırıklığı yaşayan ekip üyeleri arasında ciddi tartışmalar cereyan ettiği ve ‘ HALKIN DUYGULARINI İNCİTMEMEK İÇİN HAZIRLANAN OLUMLU RAPORU, Halim Baki Kunter’den başka kimsenin imzaladığı iddia edilecekti.”
Değerli Dostlar, Halim Baki Kunter, Yunus Emre hakkında Türkiye’de ancak İskender Pala’nın yapabileceği çapsızlıkta hile ve sahtekârlığa çekinmeden başvurabiliyor.
Açılan Mezar Türkmen Kocası ve İSLAM SUFİSİ YUNUS EMRE OLUNCA, mezarın açıldığı ânda bazı metafizik alametler de icat etmek ( uydurmak ) zorunda kalıyor.
Ben aşağıda Halim Baki Kunter’in Mezar açılırken tanık olduğu bazı doğa üstü hadiselere dair notlarını okurken hayretten şaşakaldım.
“ Saat 13.OO ‘te gayet açık olan havada birdenbire değişiklik görüldü. Mihaliçık istikametindeki dağlarda bulutlar peyda oldu. Yakındaki dağlara düşen doludan birbirlerine çarpan kemiklerin çıkardığı seslere benzer sesler duyulmağa başladı. Bu senfoni bir müddet devam etti. Hepimiz ürperti içinde bunu dinledik. İskelet tamamen toprak üzerine çıkmış, yanları da açılmış olduğu bir sırada üzerimize doğru bir bulut geldi ve gülsuyu serper gibi hafif bir yağışla kemikleri yıkadı. Bizi fazla ıslatmadan, tertemiz yıkanmış olan kemikleri de çamur etmeden kesildi”
Gerçek Yunus Emre’nin mezarının Konya’da olması muhtemeldir.
Gerçek Yunus Emre katledilmiştir.
III
TÜRKMEN, TÜRK ve SÜNNİ YUNUS EMRE BİYOGRAFİSİNİ TENKİD
BEKTAŞİLİK ASIL BALKANLARDA VE ANADOLUDA EVRENSEL MESAJI NEDENİYLE DAHA ÇOK HIRİSTİYAN AHALİ ÜZERİNDE TARAFTAR BULMUŞTUR. YUNUS EMRE EĞER HIRİSTİYAN HALKA MENSUP İSE ALEVİLİĞE GEÇMESİ BU DENLE MUHTEMELDİR. ( Barak Baba, Sarı Saltuk Yunus Emre Silsilesi )
Daha önce kaleme aldığım iki makalede, Kültür Bakanlığı ‘nca yayımlanan Ahmed Yaşar Ocak editörlüğünde hazırlanan Yunus Emre anma ve armağan kitaptaki hastalıklı bilgisizce ve sorumsuzca inşa edilen Yunus Emre portresi ve biyografisini eleştirmiştim.
Bu bapta Yunus Emre’nin Türkmenliği, Sünni Müslümanlığı konusunda bilgisizce, hurafelerle bilimdışı yöntemlerle inşa ve icat edilen, realite ve hakikatten çok uzak varyasyonları tenkit edeceğim.
Zaten Kemalist Cumhuriyet’in yeni bir Türklük inşa projesi dâhilinde Cumhuriyet sonrası ve Prof. Dr. Fuat Köprülü ile başlayan Türkmen, Türk Yunus Emre icat etme gayretkeşliği maalesef gerçek Yunus Emre’den farklı Sünni, Türk, Tarikat Şeyhi bir Yunus Emre kurgusuyla sanal bir Yunus Emre icat edilmiştir.
XIII VE XIV yüzyılda Türkmen ya da Türk olarak bir millet tasavvuru yoktu. Gerçek Yunus Emre şiirlerinde bir etnise ve İslam vurgusu zaten yoktur. Gerçek Yunus Emre’nin ( Ö.1320 ) şiirleri Türkçedir. Zaten Türkçe başlı başına dün olduğu gibi bugünde Milli bağlamda bir mutluluk vesilesidir.
Yunus Emre’nin “Türkmen” ya da “Türk” “Sünni Müslüman” gibi bir Kafa Kâğıdına ( Nüfus Cüzdanına ihtiyacı da yoktur )
Ayrıca editör Ahmet Yaşar Ocak başta olmak üzere, makalelerde sanki XIII YÜZYIL SONLARI İLE XIV. Yüzyıl ilk yarısında yaşayan GERÇEK YUNUS EMRE ile DAHA SONRAKİ ÂŞIK YUNUS, DERVİŞ YUNUS VE DİĞER YUNUSLARI AYIRMAKSIZIN
Gerçek YUNUS EMRE hakkında değerlendirmeleri, sonraki Yunusların ŞİİRLERİ VE BİYOGRAFİSİNE dâhil edilerek takdimi, son derece hatalıdır.
BİR MENKIBEVİ YUNUS EMRE MEKTEBİNE ELBETTE İTİRAZ ETMEK DOĞRU DEĞİLDİR. MENKIBE MASAL DESTAN DA KÜLTÜR İÇİNDE ASALETE SAHİP FOLKLORİK UNSURLARDIR. AMA ÖNEMLİ BİR SANAT EDEBİYAT OLGUSUNU EVVELEMİRDE BAŞLANGIÇ VE KÖKENİNİN DOĞRU VE HATASIZ OLARAK TESPİT EDİP, KANONİK OLARAK DA SABİTLENMESİ GEREKİR.
Kitapta Sayın Turan Alptekin’in üç makalesi bu farklılığı tespit ederek, değerlendirmede bulunması Turan Alptekin’in doğru bir temellendirmeyle Gerçek Yunus Emre ile XV, XVI yüzyıllarda YAŞAYAN ESER VEREN DİĞER YUNUS EMRELERİN ESER VE MUHTEMEL BİYOGRAFİLERİ TESPİTİNİ TAKDİR VE HAYRANLIKLA ALKIŞLIYORUM.
Bu kitapta baştan savma önyargılı ve bilgisizce makale kaleme alan bazı yazarlar sanki bir Şeyh ve Mürit histerisine tutulmuşçasına, aşırı görünecek tarzda mürit şeyh gibi kelimelere olan iştahları karşısında, bu sayın yazarların Nakşibendî, Kadiri, Rufai, Halveti, Celveti gibi bir tarikat üyesi oldukların bile vehmettim.
Bu yazarlar sanki edebiyat, sanat hatta bilimin, bir şeyhlik ve mürit paradigması içinde mümkün olduğunu düşünecek kadar bilim dışı ezbere ve yalan yazmakta âdeta yarışıyorlar. Sanki bu yazarlar bir üniversitede değil de tarikat yoldaşlığı, şeyh ve mürit hiyerarşisinin olduğu bir tarikatta “ilim”yapmaktalar diye de düşünmedim değil. Maalesef Türkiye’de son yıllarda akademik yetkinlikten uzak üniversiteler, böylesi menfi bir manzara arz etmekte.
TÜRKMEN YUNUS EMRE PORTRE VE BİYOGRAFİSİNE, HATTA MENKIBELERE AYKIRI OLARAK YUNUS EMRE’NİN TÜRKMEN YA DA TÜRK OLMADIĞINI VE HIRİSTİYAN OLUP DAHA SONRA SARI SALTUK BARAK BABA SİLSİLESİ UYARINCA ALEVİLİĞE İHTİDA ETTİĞİNİ İDDAİ EDİYORUM.
I. ı. Kanıtım.
Anma ve armağan Yunus Emre kitabında Turan Alptekin ve M.Sabri Koz’un metinleri gibi yetkin bir makalesi bulunan Beşir Ayvazoğlu’nun makalesinde Feylesof Rıza Tevfik Bölükbaşı'dan yaptığı alıntı dikkatimi çekti.
“ Feylesof, Köprülüzâde’ye ithaf ettiği bu makalesinde Yeni Eflatuncu düşünce geleneğine bağlı bir panteiste ve Hurufi olduğunu iddia ettiği Yunus’un bütün fikir ve itikatları “ Nev Felatunî, hiçbir yeni fikir söylemeyen ve TÜRKLÜKLE DİLİNDEN BAŞKA İLİŞKİSİ BULUNMAYAN bir şair olduğu sonucuna varmıştır”
II. ıı. Kanıtım
Türkiye’de Yunus Emre hakkında devamlı yapılan Türk İslam vurgusu. Sanki farklı ve menfi olan bir halin ve gerçeğin üstünü örtmek gibi bir kökleşen bir haleti ruhiyenin neticeleri olarak mütalaa ettim.
III. ııı. Kanıtım
GERÇEK YUNUS EMRE’NİN yaşadığı dönemde ( ö.1320 ) ARAPÇA FARSÇA RUMCA LİSANLARINI ÇOK İYİ BİLDİĞİNİ, güçlü bir eğitim aldığını düşünüyorum. YUNUS EMRE, Tyanalı Apoolonius’un (ö. İ.S. I.yy. ) ruhun ölümsüzlüğü ve yeniden bedenleşme düşünceleri, Assiseli Françesko’nun (ölm. 1226 ) Fas’da, Sudan’da, Mısır Toprakları’nda ezgilerle söylenen şiirleri ve 1294 yılına kadar Kilikya’da misyoner olarak bulunduğu bilinen Kardinal Jacopone Colonna’nın ( ölm. 1306 ) aynı yüzyılda ( XIII: y.y. ) kaleme aldığı mistik şiirler, bu serbest değişim bölgesinde birlikte solumakta yankılar yapmaktadır. Saint Georgese ( Circis ) söylenceleri gibi Hıristiyan, Rum, Ermeni ve Süryani toplulukları yüzyıllar boyu biriktirip getirdikleri inançlarda bunlara katılmaktaydı. Bir Alevi Dedesi olan Barak Baba’nın Yesevi tarz şiirleri dâhil olmak üzere tüm HIRISTİYAN MÜSLÜMAN FARS ARAP RUM ERMENİ SÜRYANİ LİTERATÜRE YANİ GELENEĞE VUKUFU VE ÖZGÜN BİÇİMDE MEVCUT GELENEĞİ AŞMASI zikredilebilir.
Dostum Çok Değerli Celal İnal ile bu konudaki bir sohbetimizde Yunus Emre’nin Hıristiyan Aziz Francisken tarikatına bağlı bir Hristiyandan farklı olmadığını söylemişti. Yukarıdaki tespitlerime bu akademik taife Yunus Emre zamanında Alevilik, Bektaşilik mi vardı? Sorusuyla itiraz edecekler. Orta Asya’dan gelen Şamanist Ahmed Yesevi kolu ve sonrası bir heterodoksiyi aşikâre etmekte. Bu olgu sonradan Alevi, Bektaşi gibi sıfatlarla nitelendirilmiştir. Bir hadise ya da olgular silsilesi sonradan da tanımlanabilir.
ıv.. Kanıtım
Yunus Emre Barak Baba Sarı Saltuk silsilesi uyarınca özelliklel Balkanlarda ve Anadolu da yaşayan Müslümanlardan ziyade evrensel mesajıyla Gayrı Müslimler üzerinde etkili olmasın nedeniyle Hıristiyanlıktan Aleviliğe sonradan geçiş yaptı. Bu geçişi belki kendinden önce Babası annesinin yaptığı da muhtemeldir. Gerçek Yunus Emre ARAPÇA FARÇA RUMCA LİSANLARI DIŞINDA TÜRKÇEYİ BU BAĞLAMDA ALEVİLİĞE İHTİDA ETTİKTEN SONRA KEŞFETİ VE BİR DÂHİNİN ORTAYA KOYMASINA BENZER TARZDA HRİSTİYAN VE İSLAMA AİT KENDİNDEN ÖNCEKİ SÖZLÜ VE YAZILI şiir, hikmet felsefe birikimini cem ederek, daha sonraları, başlangıçtaki özgünlüğü saflığı ve yetkinliğe parıltıya sahip olmayan YUNUS EMRE GELENEĞİNİN başlatıcısı oldu.
V. v. Kanıtım:
IV. ıv. Kanıtı tamamlayan bir kanıt.
Gerçek Yunus Emre, Türkçeyi sonradan öğrendi.
Sayın M.Sabri Koz’un alıntıladığı bir bilgiden yola çıkılırsa bu konuda bir değerlendirme yapmak mümkün: “Anadolu’da medfûn olan Yûnus Emre denmekle mübarek zatın menkıbelerinde yazılıdır ki, ebcedi bilmez ve hece harflerine dili dönmezdi.
vı. Kanıtım
Çok Değerli şair Sezai Karakoç’un Yunus Emreyle ilgili yazdığı bir makalede dili sürçerek Yunus Emre’nin Yerli Hıristiyan ahaliye mensubiyetini, belki de farkında olmadan aşikâre etmesi. Aşağıya Beşir Ayvazoğlu’nun makalesinden alıntıladığım Sezai Bey’in satırları dikkatle okunmalıdır:
“Karakoç, bu görüşlerini dile getirdiği ilk baskısı 1965 yılında yapılan Y u n u s E m r e adlı kitabında Yunus Emre’nin Bektaşî ve Batıni olduğu yolundaki görüşleri reddediyor, gerçek ve objektif bir edisyon kritiğin Hacı Bektaş ve halifelerinin sadık Sünniler olduklarını ortaya koyacağını iddia ediyordu. Batıni unsur ve yorumlar Karakoç’ göre Anadolu’ya akan kalabalıkların getirdikleri İran Kaynaklı Şiir düşüncesinin devlet ve toplum yapısı zayıflayıp gayrı memnunların çoğalması sebebiyle yaygın gelişme imkânı bulmasından ve ANADOLU’DA ESKİ DİNİ ARTIKLARIN kılık değiştirerek yeni sembollerin postuna bürünerek yaşamaya çalışmasından kaynaklanıyordu.”
Sezai Bey Şathiyeler yazan ve Şeriata muhalif Yunus Emre’nin bu muhalefetinin mecazi olduğu şeklindeki yanlış kanıya da, iştirak ettiğini düşünüyordu. Sahih Yunus Emre’nin şeriat ya da Sünni İslam’a aykırı şiirleri, mecaz dolayımları reddedecek kadar sarih ve açıktır. Daha sonraları xv, xvı, xvıı Yüzyıldaki Yunus Emreler elbette Sünni İslam’a bağlı Yunus Emrelerdi Hatta Sünni Müslümanlar Yunus Emre'yi Sünnilikle birlikte kendi tarikatlarına dâhil eden operasyonları da çok rahat yapabiliyorlardı Nakşibendîler Yunus Emre’yi Nakşibendî, Kadiriler Yunus Emre’yi Kadiri ve Halveti, Celveti, tarikatına kolayca mal edebiliyorlardı.
Sezai Bey, Sahih Yunus Emre’nin( ö. 1320) Sünnilikle alakası olmadığını elbet biliyordu Ama Yunus Emre konusunda o dönemde Solcu ve Sağcı yazarlar arasında bir inatlaşma söz konusuydu. Bilimsel doğruluktan ziyade önyargılar işe karışıyordu Zaten dikkatli bir okur Sezai Bey’in iddialarının mefhumu muhalifinden SAHİH YUNUS EMRE’NİN eski dini artıklardan olduğunu ima ettiğini anlayabilirler.
Ama Yunus Emre hakkında en vahim ve menfi operasyonu Cumhuriyet Döneminde yapılan adeta çılgınca bir operasyondu. Eskişehir Sarıköy’de 1948 Yunus Emre’nin mezarı ve iskeletinin bulunduğu yolundaki yalan ve uydurma operasyondu. II. Bölümde bahsetmiştim
vıı. Kanıtım
Sayın Beşir Ayvazoğlu’nun Sabahattin Eyüboğlu’nun bir saptamasına gönderme yaptığı aşağıdaki cümleler:
“Eyüboğlu, bu masaldan yola çıkarak Yunus’u kendisine bağlayan Toptuk Emre’nin belki de YENİ MÜSLÜMAN olmuş bir Anadolulu olduğunu söyleyerek Yunus’u ve düşüncesini yerli Anadolu halkın, dolayısıyla antik dünyaya bağlamaya çalışıyor, üstü kapalı olarak Yunus’un düşüncesine İslam’ın ve tasavvufun dışında bir kaynak arıyordu”
Sabahattin Eyüboğlu’nun üstü örtülü olarak yaptığı saptamayı ben açıkça iddia ediyorum.
Özgün ve otantik ve şaheser esere sahip Sahih Yunus Emre Yerli Hıristiyan halktandı. Yunan Felsefesine hâkimdi. Rumca, Arapça Farsça lisanlarına vakıftı ve şehirli bir aristokrattı.
Özgün şaheser metnin sahibi Sahih Yunus Emre “”Şathiyeler” söyleyecek kadar Sünni İslam’dan mesafelerce uzaktaydı. Şeriatı eleştirdiği şiirlerde mecaz olarak değil lafzı anlamında olduğu gibi Şeriata karşıydı. Yunus Emre evet şarap içiyordu. Şarap içmesi öncelikle lâfzî bağlamda şarap içtiğine işaret ediyordu Ama şarap içme “aşk şarabı” sembolik ve mecazi düzlemde aşkın ( tranzandental ) bir gönderme olabilirdi. Ama Sabahattin Eyüboğlu’nun iddi ettiği gibi Yunus Emre bu konuda bir ‘takiyye” de “yapmaktaydı. İlahi ya da aşk şarabı olarak mecaz düzlemde bu aşkın (tranzandental ) gönderme ve semboller bir takiyye ve kurgu idi. Ben ayrıca Sahih Yunus Emre’nin kadehten ( Tağ) dan içtiği şarabın Hıristiyan vaftiz ayinine, komünyon törenine benzediğini fark ettim.
Bir sonraki bölümde Sahih Yunus Emre’nin Karaman’da katledilmesi ve Yunus Emre’nin deha ve şizoid bir şair olarak asla tarikat şeyhi ya da mürit olmadığını, kendi metafizik ve entelektüel ıstırabını yaşadığı hususlarına değineceğim.
Belki de Sahih Yunus Emre’nin asıl ontolojik değerini nadir ânlarda muhafaza ve aşikâre ettiğini söylemek mümkün. Sahih Yunus Emre geleneğinin aslı takipçisi olduğunu iddia ettiğim Yunus gibi bir kutup yıldız olan Türkçenin en büyük şairlerinden Cemal Süreya’nın bir dizesiyle, ontolojik manâda artzamanlı değil sanki eş zamanlı olarak günümüzde yaşamaya devam ediyor. Bu halde Heıddegerci bağlamda, tecellilerin sürekliliği olarak ( dil ) şiir ) içinde bir akışa, işaret etmektedir.
“YUNUS Kİ SÜT DİŞLERİYLE TÜRKÇENİN”
BİR SONRAKİ BÖLÜMDE GERÇEK YUNUS EMRE’NİN ŞEHİRLİ VE ARİSTOKRAT OLDUĞU ŞEYHLİK MÜRİTLİK GİBİ OLGU VE EYLEMLERLE ALAKASIZ BİR ŞİZOİD DEHÂNIN ENTELELKTÜEL ISTIRABINI YAŞADIĞINI HAKİKATİ ARAYAN VAROLUŞSAL ÇABASI ONTOLOJİK HAKİKAT OLARAK BİR SAHİCİLİĞİN ( OTANTİK VAROLOŞUN) SADECE İLK VE GERÇEK YUNUS EMRE İÇİN DOĞRU OLDUĞUNU VE İKTİDARLARIN BEYLERİN ÇOK SIK DEĞİŞTİĞİ VE ANARŞİZMİN HÜKÜM SÜRDÜĞÜ KARAMAN BEYLİĞİNDE BİR SİYASİ EYLEMLE İRTİBATLANDIRILARAK KATLEDİLMESİ HUSUSUNDA DEĞERLENDİRMELERDE BULUNACAĞIM. ZİRA ŞİİR BUGÜN OLDUĞU GİBİ O ZAMANDA İKTİDARLAR İÇİN BİR TEHLİKE İDİ
IV
SAHİH YUNUS EMRE KATLEDİLDİ. MENSUP OLDUĞU ARİSTOKRASİDE ÜSTÜNLER ARASI BİR SİYASİ REKABET SONUCU DOLAYLI OLARAK KATILDIĞI İDDİA EDİLEN BİR SİYASİ ENTRİKA YÜZÜNDEN KATLEDİLDİ.
ZİRA ARİSTOKRASİ EGEMEN KAST, BAZEN KENDİ ARİSTOKRATLARINI DA KATLEDEBİLİR. ÜSTELİK DÂHİ BİR ŞAİR İKTİDAR VE ARİSTOKRASİ İÇİN O ZAMANLARDA DA BİR TEHLİKEYDİ
SAHİH YUNUS EMRE GELENEĞİ ŞAH HATAYİ, CEMAL SÜREYA
HAYDAR ERGÜLEN İLE ŞAHESER, ÖZGÜNLÜK VE MÜKEMMELLİK OLARAK ONTOLOJİK MÂNÂDA DEVAM ETMEKTE
Sahih Yunus Emre’den aşağıdaki dörtlük ancak şizoid bir algı ve tasavvurun sonucudur. Bu algı ve tasavvur pek çok şair içinde geçerlidir. Rüyada yaşar gibi bir his ve algı Şizoid ve Şizofren bir algı ve hissi beyan eder.
“Ariflere bu dünya
Hayâl ü düş gibidir
Kendüyi sana viren
Hayal ü düşden geçer”
Yunus Emre ne tarikat şeyhiydi ne de bir tarikata mensup bir mürid idi. Taptuk Emre zaten menkıbevi bir şahsiyet. Tarikat mevzu olduğunda, vasati bir ortalama değerler dünyası içinde, cemaat içinde var olmak, şizoid bir dâhi için, cazibesi olan bir hal değildir.
XV, XVI, XVII. y.y. daki Yunus Emre’ler elbette tarikat ehliydiler. XVI. yy. da Yavuz Sultan Selim’in kozmopolit ve devşirme ordusu, hakiki Türk olan Türkmen Şah İsmail ( Hatayi ) ve ordusunu mağlup ederek 107I de Malazgirt Muhaberesi’nde zafer kazanan Alp Arslan'la birlikte Anadolu’ya akın eden Türkmenleri, dört asır sonra Anadolu’dan çıkaracaktı.
Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail’i mağlup etmesi Anadolu için büyük bir travma ve zelzeleydi. Üstyapı kurumlarına dâhil şiir, edebiyat, sanatta bu tarihsel olaydan sonra farklı bir kod içinde kendini düzenlemek ve dönüştürmek zorunda kaldı. Sünni akide kendini güçlendirdi ve tahkim etti. Elbette bu transformasyon sanat şiir edebiyat bağlamında menfi olarak tezahür etti
Sahih Yunus Emre’den sonraki Yunus Emrelere nazaran, daha rafine ve yetkin, özgün şiirler yazan Şah İsmail, “Hatayi” mahlasıyla meşhur bir şairdi. Anadolu’da XVI yy. dan sonra Alevi Batini şiirler, benzetmek gerekirse egemen Sünni iktidar ve üstyapı kurumlarınca âdeta aforoz edildi. Sünni akide doğrultusunda şiir yazan şairler, elbet iktidarın da desteğini aldı.
Ahiren ilk özgün ve şaheser metne Sahip Yunus Emre’nin eseri ve metni, tahrif edildi. Sonraki Yunus Emreler, Sünniliğin bütün açılımlarını mehaz alarak, İslam’ın terminolojisine uygun, ama parıltıdan yoksun, vasati bir toplumsallık içinde var oldular.
Bence Sahih Yunus Emre geleneği mevzu olduğunda, özgün ve şaheserler düzeyinde SAHİH YUNUS EMRE ( Ö.1320 ) HATAYİ ( Şah İsmail ) CEMAL SÜREYA – HAYDAR ERGÜLEN ile devam ede gelen meratip ve silsileden bahsetmek mümkündür. Gelenek asli, özgün, yetkinlik ve şaheser düzeyinde, bu dört şair tarafından muhafaza edilir. Bu dört şair ve eserleri kanonik vasfa sahiptir.
İngiliz Şair ve Eleştirmen T.S.Eliot, “gelenek” olarak adlandırılan yapı ve durumları seçkin ve elit entelektüeller ve sanatkârlarca muhafaza edildiğini. Toplumsal örf ve âdetlerin, vasati ortamın “gelenek” olarak tanımlanamayacağını beyan eder.
Bu orijinal olmayan, asalak ve vulgarizasyona tabi tutulan gelenek XVIII. y.y. da, Nakşibendîliğin Bektaşiliği rehabilete ederek, kendi içine alarak asimile etmesinden sonra tamamen Sünni kalıp ve formlarda, ama iptidai, şiirsel değerden yoksun olarak devam etmiştir.
XV, XVI, XVII yy. daki Yunus Emrelerin eserleri, Sünniliğe has göstergeleri ve aşınmış mecazları inadına çoğaltarak, evrensel tarafsızlığa bile mesafeli olarak, kalıplaşarak anonim beğeninin niceliksel yaygınlığıyla, Sahih Yunus Emre ‘nin söylediği şiirlerin tazeliğini özgünlüğünü, yani söylevin o ilk tazeliğini iyice ezerek, hermetik algı ve nitelikle alakasız, son derece iptidai ve şematik bir üslubun hantallığı, basitliği ile kolayca tüketilen metinlerle kifayet etmişlerdir. Risaleti Nushiye adlı mesnevî kesinlikle Sahih Yunus Emre’nin eseri değildir.
Bir şair olarak haleti ruhiyeme mütevazı bir empati yaparak daha doğru Bir SAHİH YUNUS EMRE RESMİ ÇİZDİĞİME İNANIYORUM. GERÇİ BENİM YAZDIKLARIM İÇİNDE BAZI İTİRAZLAR OLACAKTIR. AMA BENİM KANIT VE KARİNELERİM BUGÜNE KADAR YANLIŞ VE HATALI OLARAK OLUŞTURULAN SAHİH YUNUS EMRE PORTRELERİ İÇİNDE, DAHA DOĞRU OLANDIR.
Sahih Yunus Emre hakkında başarılı bir çalışma yapan Sayın Burhan Ümit ( Toprak) ın aşağıdaki görüşlerini anma ve armağan kitapta alıntılayan Beşir Ayvazoğlu’nun yazdıkları benim iddia ve kanıtlarımı doğrulayan, bir muhtevaya sahip:
“ Burhan Ümit, Köprülüzâde’ye önce Yunus’un kabrinin yeri konusunda itiraz ediyor, arşivde bulunan bir vesikaya dayanarak Lârende’yi yani Karaman’ı adres gösteriyordu”
“ Burhan Ümit ise şiirlerinden örnekler Yunus’un köklü bir medrese eğitimden geçmiş, çok iyi Arapça da bilen bir entelektüel olduğu, fakat halkı irşad etmek gibi bir iddiasının bulunmadığı düşüncesindeydi.”
Burhan Ümit’inde işaret ettiği gibi Şizoid yapıda SAHİH YUNUS EMRE kendi entelektüel ıstırabını ve bu kaosun med cezrini yaşayan biriydi. Mevlâna’da olduğu gibi bu seçkin dâhiler, iktidarın ilgisine de mazhar olurlar. Bu nedenle SAHİH YUNUS EMRE Karaman Beyliği aristokrasi tarafından benimsenmişti. Ve katledildiğine dair bir karine olarak, anma armağan kitaptaki makalesinde Beşir Ayvazoğlu’nun alıntıladıkları şöyle:
“ Kepecioğlu’nun yayımladığı belgelere göre, Yunus Emre Horasan’dan gelen ve Karaman civarında konaklayan İsmail Hacı topluluğuna mensup ve Yerce denen araziyi Karamanoğlu İbrahim Bey’den satın almıştı. Belgelerden ayrıca Yunus’un İsmail Emre adında bir oğlunun olduğu ve arazinin ölümünden sonra çocuklarına geçtiği anlaşılıyordu. Ş i k â r i T a r i h i n e göre Karaman Sarayı’nda büyük saygı gören hatta bazı şehzade ve beylerin Şeyhi olan Yunus Emre Karaman civarında zengin otlaklara sahip zengin bir adamdı. Ancak ömrünün son yıllarında siyasi entrikalara karışıp Alaadin Bey’i Karaman dışında savaşta olduğu bir sırada tahtından indirmek isteyenlerle iki defa birlikte hareket ettiği için ikincisinde başı kesilerek İDAM EDİLMİŞTİR”
Şikârı tarihine itirazda bulunabilir. Ama Yunus Emre’nin İDAM EDİLDİĞİ şeklinde bir bilgide en azından bir karine olarak değerlendirilebilir. Yunus Emre hakkında anma kitapta yetkin makaleleri bulunan Turan Alptekin, M.Sabri Koz ile bu anma kitapta yazı ve makaleleri olmayan Sayın Talat Sait Halman, Sayın Hilmi Yavuz, Burhan Ümit’in yazıları eser, makale ve kitaplarındaki bilgilerin, görüşlerin yetkinliği yanı sıra, anma ve armağan kitapta, bilim adamları ( onların kendi deyimleriyle İlim Adamları) nın makaleleri, edebiyat metnine has bir retorikten, derinlik ve yetkinlikten uzak oldukları görülecektir.
Muhteva olarak da hurafe, önyargı ve Sünni Akademisyenlere mahsus kökleşmiş bağnazlık maalesef KÜLTÜR BAKANLIĞINCA YAYINLANAN YUNUS EMRE KİTABINI DA, BİLİMSEL DOĞRULUKDAN UZAK, HASTALIKLI VE HATALI METİNLERDEN İBARET SAHİH YUNUS EMRE’NİN ÖZGÜN ŞAHESERİNİ TAHRİF ETMEK İÇİN ÜÇÜNCÜ SINIF YAZARLARIN MÜTESELSİL OLARAK SAHİH YUNUS EMRE’Yİ SÜNNİLEŞTİRMEK ve TÜRKLEŞTİRMEK İÇİN ÂDETA BİR KEZ DAHA YUNUS EMRE’Yİ KATLETMİŞLERDİR.
Asıl fena olan bu Sünni akademisyenlerin önyargılarının inançsal değil, âdeta siyasal önyargılar olarak da tezahür etmesi, dikkate caliptir.
Beşir Ayvazoğlu’nun anma ve armağan kitaptaki makalesinde ad ve görüşlerine yer verdiği Mehmet Kaplan’dan Ahmet Kabaklı’ya, Kadri Timurtaş’tan, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Mehmed Çavuşoğlu, Coşkun Ertepınar, Arif Nihat Asya, Halide Nusret Zorlutuna, gibi isimler zaten ikinci, üçüncü sınıf yazar ve şairlerdir.
Sayın Onur Bilge Kula, anma armağan kitaptaki makalesinde, üst örtülü Sünni Akademisyenlerin keyfi, önyargılı ve kendi meşrepleri ve bilimsel dürüstlükle bağdaşmayan siyasal önyargılarla, başlangıç ve kökenlerle ilgili sorumsuzca, hurafe, masal ve sloganlar ürettiklerini beyan etmektedir. Sayın Onur Bilge Kula hocamıza aynen katılıyorum.
Dört başlık altında görüşlerimi sunduğum bu denemeyi tamamlamak üzere SAHİH YUNUS EMRE Şiirlerini derinliğine inceleyerek, Yunan Yeni Plâtoncu Felsefesi, Panteizm ve İbni Arabî’nin eser ve içtihatları doğrultusunda Hermetik bir Deneme – Eleştiri yazısı kaleme alacağım.