Veysel Çolak’ın şiirleriyle ilgili yazıma, kütüphanemde yer alan son kitabından başlamak istedim. Her sonda bir ilkin aşkı vardır; heyecanlandırır. Hatta bir amaca dönüşür: “Amacımız aşk. Bu közü bırakıyorum avuçlarına/hançerini bul çıkart, ılık boynunu anımsa/artık ağaçlar yok adını kazıyacak, paslı o sedef çakı…” Baskıları, acıları, kıyımları artıran insanlar çoğaldıkça nasıl güçlenilir yaşamda? Hemen aşk geliyor değil mi aklınıza? Ağaçların ve çiçeklerin köklerinin kesildiği bir çağın hüznünde boğulduğunu haykırsa da şair, aklımızı örten karanlıkta ışığı açar: “…ama yüzün hâlâ gürleyen orman…/…omuzlarında, kanatlarıyla ölümü silen o kuş”. Kuşlar hep var Veysel Çolak’ın şiirlerinde. Çemberden çıkamayan kırılgan, duygulara sarılan insanlarda, kuşların kanadı, gitme isteğini canlandırır: “…sevgide ince, içi dışı sonsuzluk/neyi sorsan kuşları düşünüyor.” Yargısız günlerde üretilen sözcük öğütüldüğünde kabuğunu düşürür acılar; kanar: “…Alıp gidiyorsun işte geveze günlerini./Aşk değil bu, yara içinde yara!” Yaralar kanadığında mı kıymet bilmez insan? “…Ne zaman yüzüne çalışsam gökyüzü oluyor…” diyen yerçekimine gönderilir ve çakılıp kalır. İnsan öldürücü darbelerle insana saplanıyor ya da: “…İki bıçağın arasında buluşurduk her zaman/Tüylenmeden ölen yavru kuşlara açılan ellerimiz/alıp götürürdü. İkizim sevgilimdi o zaman…”; “…kalbim hançerinde uyuyor/bir baraj yıkılmış içimizde./Ömrümüzdeki yırtık yalnızlık bir cehennem/Bağırsa kenti kusacak, bağırsa/kendi sesinde boğulacak…”. Şu yüzyılda, umutları ve gayretleri yaralamaktan, öldürmekten aşınmış bıçaklar, hançerler delerek hep hatırlatır kendilerini: “…Paslı bir bıçakla tene çizilen yasa/bir kobranın kocaman ağzı/ölen ve öldüren hücre.//Çıplak bir mermere damlayan gökyüzü/aşkların masal kılıcı betona gömülen tarih.” Sırtlara bakarsa hep insan, sırtlana dönüşür; pis kokan niyetlerle beslenirken aşkı kaçırır: “… Çok dalgalı denizlerde bir gemi, kendine yolcu/Tufandan sonra rengi soluk bir zeytin dalı/Işığa saklanıyor kentin dışında sabah oldu mu./Sıcaklığını yaşıyor bir yanardağ, birikiyor/Saçlarına dokunmak aşkın la sesi.” Bekle + emek = Beklemek. Beklendiğinde saatin akrebi kendini sokar, zamanı durdurur: “Nereden bileceksin beklemenin/Seni yaşamak olduğunu. Bağırsam duyuramam/Yol eskidi, uzak düştü/Ve ben durup dururken çaresiz, bıkkın/Tutup seni seviyorum. Dilsiz bir tutku bu…”. Zıtlıklar buluşur umutsuzluk kervanında: “…Demek ki buz ve ateş! Bir yalanız ikimiz…”
Şairin kimi kitapları bende olmadığı için, şimdi de sondan başa gitme sırasını bozuyorum. Rıza Aslan’ın ‘Çolak Dizeler’adı altında hazırladığı kitabının kapısını çalıyorum. Yazımı, geleceğe el veren dizelerle sonlandırmak istiyorum: “Yangınlara ağzında su taşıyan karınca…”, “…dağlarla kol kola kız çocukları gülsün…”, “…sen tutunca yeşerir uzanan kuru dal/dünya irkilir yüzünün aydınlığında…”, “Buluşsak su güler, dağ sevinir/avcılardan sakladığım kuşlar konar omzuna/bir papatya açar durur, bir diken kırılır…” , “…Çocukların gülüşünde başlayan ayaklanma/o tohum, şimdi toplumun doğurduğu…”
Veysel Çolak’ın şiirlerinde daha çok yeşeren dize çıkar karşınıza. Şu yüzyılda yaşayıp kendini görmeyen olmaz dizelerinde. Ancak şair tutmakla kalmaz aynayı, acıyan, kırılan yerlerini gösterir. Göstermekle kalmayıp onarır, olması gerekene yol aldırır, yeniler. Ürettiği her şiirin yaratıcılıkta, eskisine muhalif olmasını ister. Hayatımızın yanılgılarımızın toplamı olduğu dilimleri dizelere yatırır. Çünkü budur gerileten bizi. Dağınık sözcükleri toplar, örgütler. Yerelin özgürlükte buluşturduğu meydanlarda evrenseli ağırlar. Olanaksıza kürek sallar çünkü bilir; çalıştıkça açılır kapılar. Bu yüzden dizeleri yalnız kalmaz, hep kalabalığı ağırlar ama kabalığı değil. Seslenir geleceğin kumaşını dokuyanlara, giydirsenler diye umutsuzlara. Hadi şimdi size şairden seçtiğim dizelerin izini sürün, şiirlerini keşfedin. Kitaplarını okuyun. Kendiniz tanıyın bir de Veysel Çolak’ın şiirini. “Tam Bağımsızlık” bu değil mi?