Genel Yayın Yönetmeni : MAKSUT KOTO Editör : ENSAR SARGIN

ALLAH KABUL ETSİN - TÜLAY KURTULUŞ









O güne kadar kırılan bir yeri alçıya alınmış birini hiç görmemiştim. İçinde bulunduğum kalabalıktan ileri adım attım. Bir basamağı yerine büyükçe bir taş parçası konmuş yüksek aralığı çabucak tırmanarak anneannemin yer evinin alçak, parmaklıksız balkonunda sırtını duvara yaslayarak alçılı ayağını öne doğru uzatan çocuğun yanına çıktım:

-Peki, bunun içinde ayağın hiç terlemiyor mu senin?

-Terliyor tabi.

-O zaman alçıyı çıkarıp tekrar takamıyor musun?

-Hayır, içindeki kemiklerim kaynayınca doktor çıkaracak alçıyı.

-Peki, nasıl çıkaracak? Çekiçle mi?

-Elinde özel testeresi var, onunla…

-Adın ne senin?

-Kenan.

Alçısını dikkatle incelemiştim. İnsanlar yazı yazmışlardı üstüne kargacık burgacık. Balkonun etrafındaki diğer çocukların soruları ve ilgileri onun için daha cazip hâle gelerek bana olan ilgisi başka yöne kayınca bu defa Kenan’la aynı esmerlikte, kıvırcık saçlı, yüzü benli, eski basma elbisesi içinde olduğundan daha da zayıf ve küçük görünen kıza çevrilmişti bakışlarım. Adının Asuman olduğunu sonradan öğrendiğim kız da kardeşine gösterilen ilgiye ve mahallenin bütün çocukları tarafından soru yağmuruna tutulmalarına şaşkınlıkla karışık bir sevinçle bakıyordu.

Ama beni en çok şaşırtan, kardeşleri Ali’ydi. Ali en büyükleriydi. Mahallelinin ona sorduğu sorulara anlaşılmayan seslerle cevap veriyordu. Ali ses çıkarıyor, bağırıyor ama konuşamıyordu. Yine o güne kadar ahraz birini hiç görmemiştim.

Kocasını kaybedince üç çocuğuyla Adana’dan kalkıp Mersin’e gelerek kız kardeşi Saniye teyzenin yanına sığınmıştı anneleri Fikriye. Daha sonradan o garip hallerini annem “ Kafasında vardı biraz, her şeyi tam anlamazdı.” diye anlatacaktı bana. Kızı da ona benzemişti; şakalarımızı, konuşmalarımızı anlamaz yarı açık ağzında aptalca bir tebessümle bize bakardı.

Anneanneme büyük dedemden mahallenin ortasında geniş bir avlu kalmıştı. Anneannemin büyükçe eviyle beraber bu avluya bakan birer ikişer odalık küçük barakalar vardı. Anneannem onları kiraya verir, kiracılarıyla da çocuklarıymış gibi anlaşırdı. Saniye teyze anneannemin en eski kiracısıydı. Kocası Arif amca bir kahvede çalışırdı. Altı oğlu, bir kızıyla beraber anneannemden kiraladıkları ve anneannemin evinin tam karşısındaki iki odalı bir barakada otururlardı; mutfakları da el kadar yerdi, ocak bile zor sığıyordu. Tuvaletleri dışarıdaydı, daha doğrusu bütün kiracılar dışarıdaki aynı tuvaleti kullanıyorlardı. Çocuklarını okutmamış, her birini bir işyerine çırak ya da kalfa olarak vermişti. Kocasının haftalığının üstüne çocuklarınınkini ekleyerek evin idaresini o yapıyordu. Kilolu, boylu boslu, her tarafından sağlık fışkıran enine boyuna bir kadındı. Kız kardeşi yanına gelince hemen anneannemle konuşmuş, kız kardeşini avludaki diğer barakalardan birine yerleştirmişti. Saniye teyze dışında hiçbir kardeşinin yanına kabul etmediği kadın; zayıf, esmer, kızı gibi kıvır kıvır saçlı, benliydi. Geriye baktığımda güzelliği ya da çirkinliği değil basma elbise içinde sökük ceketli, taranmamış saçlı perişan bir kadın geliyor aklıma; yoksulluğun ve acizliğin insanı içine düşürdüğü sefalet, eziklikle birlikte…

Sıcak yaz akşamlarında Saniye teyzenin oğlu İlhan abi Ali’ye konuşmayı öğretmeyi ahdetti:

- De bakayım ananın …

Zavallı Ali, dönmeyen diliyle anlaşılmayan seslerle İlhan’ın ona öğretmeye çalıştığı küfürleri söylemek için var gücüyle bağırırdı. İlhan, çocuğun saflığından yararlanarak gün yüzü görmemiş küfürleri Ali’ye söyletmeye çalışırken anneannem:

-İlhan, oğlum günaha gireceksin, öğretme bu sözleri… diye müdahale ederdi.

- Yok nine, derdi İlhan abi, konuşmayı en zor kelimelerden öğretiyorum ki birden söksün, bizim gibi olsun.

O yazın sıcak akşamlarında avluya evi bakan bütün aileler bu manzaralarla eğlendik, ta ki Fikriye teyzenin kısa bir süre sonra kanser olduğunu öğrenene kadar. Saniye teyze ona da bakmaya çalıştı. Hasta girdiği barakadan ölü çıkan Fikriye teyzeyi gömdüğü zaman sorumlulukların yükünü artık taşıyamaz olduğunu söylemeye başladı Saniye teyze. Asuman’ı Adana’ya diğer teyzesinin yanına gönderdi. Lisedeydim, evin mutfağında kimya çalışırken salondakilerin sohbetine kulak kabarttım:

-Asuman’ ı da evlendirdik, diyordu Saniye teyze.

-Eeee, hayırlı olsun. Kız çocuğu eniştenin evinde öyle uzun kalmazdı, diye cevapladı diğer komşumuz.

-Kocası karşılasın ihtiyaçlarını. Önüne bir kap yemek koymakla bitmiyor ki Necmiye Hanım. Bunun kıyafeti var, gezmesi var, arkadaşı var… Sorumluluğu ağır sonra. Aklı eksik zaten. Bir gün biri kandırır, en iyisi mi biz verelim dedik. Çeyizini de yaptık. Biraz para verdim. Dantellerini ördürdüm, Allah seni inandırsın Necmiye Hanım nakışını bile yaptırdım. Kendi kızım gibi evlendirdim. Yeri yurdu da belli oldu böylece. Kocası, ihtiyacını da alsın, ona da sahip çıksın. Bizimle nereye kadar değil mi Necmiye Hanım?

-Öyle, haklısın komşum.

Misafirler gidince anneme sordum:

-Asuman benimle yaşıt değil miydi anne?

-Senden bir yaş büyük kızım.

-Peki, sen burada bizi okuturken o kızın evlendirilmesine niye iyi olmuş, dedin?

-Kızım, seninle o bir misiniz? Senin annen baban var, onun yediği bir kap yemek başkasına yük. Sığıntı kızcağız. İlk çıkan kısmetine verip başlarından atmışlar.

-Peki, madem başlarından öyle atıyorlar niye iyi bir iş yapmışlar gibi övüne övüne anlatıyorlar?

-Şimdi insan der mi “ Yeğenimi başımdan attım.” diye? Demez kızım. Vicdanını rahatlatacak.

-Peki, sen, onlar konuşurken niye ikide bir sanki sevaba girmişler gibi “Allah kabul etsin komşum.” dedin?

-Eeeee, yeter ama. Kırk yıllık komşumla kavga mı edeceğim ben? Öyle doğru yaptığını sanıyor, onay bekliyor kızım. Aslında onların da yapabileceği bir şey yok, fakirler. Ne yapsınlar, kıza bakacaklar mı hep?

Kenan da dayısına gönderilmişti. Onu bir daha görmedim. Ali’yi Saniye teyze aldı. Mahalleli, ramazanda vicdanını rahatlatmak için muhtaç aradığında Ali’nin eline birkaç kuruş sıkıştırırdı.

O yazdan sonraki yaz Ali’nin ahraz olmasının yanında akıl olarak da annesi ve kız kardeşi gibi olduğunu fark ettim. Etrafında onu tanımak için toplanan mahallenin çocuklarının ne zaman kızdırmaya başladıklarını hatırlamıyorum. Önce alaylar, sonra lakaplar, sonra alkış tutarak onunla eğlenmeler… Zavallı Ali, o kadar yalnızdı ki her seferinde mahallenin çocuklarının bu defa onunla oynayacaklarını zannederek onlara sokuluyor ama aynı alay, kızdırmalardan sonra öfkeden deliye dönüyor ve yerden taş, toprak… ne bulursa mahallenin çocuklarına fırlatıyor, üstlerine hücum ediyordu…

Saniye teyze bütün çocuklarını evlendirdi. Önce anneannem, sonra Saniye teyze öldüler. Anneannemin ardından kopan miras kavgası barakalara kilit vurulmasına sebep oldu. Ne Saniye teyzenin çocukları ne Ali’nin kardeşleri Ali’ye sahip çıktılar. Ali, sokakta kaldı.

Birkaç yıl önce annem tantuni yapacağım, diye tutturdu ama ekmeği eski mahalleden almamız gerekiyormuş, başka yerin ekmeği o kadar ince açılmıyormuş. Tabi kışın o soğuğunda eski mahalleye gitmek de bana düştü. Fırına doğru yürürken Ali’nin sesini duydum. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çıkardığı karışık seslerden anladığım kadarıyla ana avrat küfrediyordu. Başımı çevirdim. O soğukta, incecik, basmadan bir pijama giymişti; lime lime olmuş pijama, aşağı doğru inmişti, kalçasının ortasına kadar her yeri meydandaydı. Üstünde de yırtık pırtık bir gömlek vardı. Bütün beli açıktaydı. Saçları usturaya vurulmuştu, üstü başı kir pas içindeydi. O kadar kızgındı ki, el kol hareketi yapıyor, konuşurken ağzından köpükler saçıyordu. Bana saldırmasından korktum. Eski evimizin duvarının arkasına saklanıp onu gözledim. Benim çocukluk arkadaşlarımın yerini mahallenin küçük çocukları almıştı. Eski günlerdeki gibi yere eğildi, taş toprak bulup çocukların üstüne atmaya başladı. Sonunda onu kızdırabilmiş olmanın zevkinden dört köşe olan çocuklar bağrışarak kaçmaya başladılar… Aklıma, mahallemize ilk gelişleri geldi. Ne kadar da güzel oynardık onunla. Ali ne zaman büyüklerin bile ondan korkup yolundan kaçtıkları biri haline gelmişti?

Evde abimle konuştum. Ali’ye kim bakıyordu? Mahalleli sadaka veriyormuş, her gün biri bir kap yemek koyuyormuş önüne. Peki, nerede yatıyordu? Mahallemizin eski manavı Hatice‘ nin tezgâhının üstünde uyuyormuş. Ya kılık kıyafeti?..

Bu yaz gittim Mersin’e. Annem, anneannemin evini yaptırmaktan ve oraya tekrar taşınmaktan bahsediyordu. Sordum birden:

-Anne, Saniye teyzenin yeğeni Ali’ye ne oldu?

-Öldü kızım, Allah rahmet eylesin.

-Neden öldü?

-Böbrekleri …

Abim söze girdi:

-Ona ilaçlarını alıyordum. Fırıncı Yusuf’la beraber yemeğini veriyorduk. Bulduğu yerde yatardı, akli dengesi yerinde olmadığı için kimse evine almadı.

-Peki, İlhan, Ayhan ya da Reyhan da mı almadılar?

-Hiçbiri sahip çıkmadı. Hatta günahına girmek istemem, çünkü görmedim ama ona verilen sadakaları yaşarken Saniye teyzenin yediğini söylerlerdi.

-Kardeşleri?..

-Hepsi fakir, kendilerine bakamıyorlar. Evlerine alıp da ne yapacaklar? Ali herkese saldırıyordu. Bir gün gittik yattığı yere, yine manavda üstü açık yatmış. Baktık ki ölmüş. Hemen toplandık, muhtara bildirdik, yıkadık, cenaze namazını kıldık, gömdük. Sevabına bir şeyler dağıttık. Allah rahmet eylesin.