yine yağmur iner ben gelsem o kente
payımıza susmak düşer
bayrak açar korku yüreğimize
göçeriz kentin kuytu yerlerine
kimseler görmesin, duymasın diye
ben gelsem o kente bütün yüzler yabancı
sıcaklığımız uyanır, sadece eline dokunurum
ürkekliğimiz dökülür,
sekerek geçtiğimiz kaldırımlara
kent, esmer örtüsünü giyinir, biz ayrılırız
susmalara rehin kalır duygularımız
ben gelsem o kente, ben gelsem
ÖYKÜSÜ
Bir insan bir kenti niye sever? Binalar, parklar, yollar, çarşılar... Evet, o zamanlar çarşılar vardı. Örneğin Zafer Çarşısı herkesçe bilinir, bu bilindik yerler de buluşma yerleri olurdu çoğunlukla... Ne zaman Ankara’ya gitsem uğrardım...
80’li yıllardı, 80’lerin ortaları, henüz 20’li yaşları yürüyorum. Epeyce hırpalandığımız bir dönem. Yarın dergisi çıkıyordu değil mi? Evet, Yarın çıkıyordu. Sonra Türkiye Yazıları ve sonra Bilim ve Sanat... Onca hırpalanmışlıklardan geçip, sarıldığımız, tutunduğumuz dergiler.
Ankara bu dergiler demek, Zafer Çarşısı demek, Erdal Eren demek...
Sonra bir de kız arkadaşım... Sevgilim mi, kız arkadaşım mı? Emin değilim. Dönem, kaybetmeler üzerine kurulduğundan, dokunduğum her sıcak şeyi soğutacağımdan korkuyor olmalıyım. Hacettepe’de okuyor, yurtta kalıyor... Sıhhiye’ye çok yakın. Ben de, önceden arıyorum O’nu. Şurada buluşalım diyoruz, biraz erken, biraz gecikmeli buluşmalar. 70’lerde eksik yaşanmışlıklar, nasıl konuşacağını, daha doğrusu ne söyleyeceğini bilememeler...
Bir insan bir kenti neden sever? Bunun için sever işte... Binaları, parkları, yolları ve sadece çarşıları için değil, bir gönül yarası alıp o kenti içinde bir yere yerleştirir.
Eskişehir’de bir yerel gazetede çalışıyorum... Trenle Ankara’ya yolculuk... Buluşmalar... Parkta oturuyoruz, sinemaya gidiyoruz sonra, bazen de pastanede... Nedendir, Ataol Behramoğlu’nun şiiri dudaklarımda: Bir gün mutlaka yeneceğiz... Ve hep yağmur, hep yamurun taşıdığı grilik, çamur... Saçak altları sonra... Elele tutuşmalar... Biraz ürkerek, biraz bir şeylerden kaçıyor olma hali... Otobüse binerken, karşı kaldırıma geçerken, sinemadan çıkarken... Hep susmalar, bakışarak konuşmalar...
Hiç bir şey önceden tasarlanmamıştır. Zamanın akışı içine doğaçlama yerleştirilmiş sözcükler, bakışlar, dokunuşlar...
Sonra nasılsa, bir gün davetsizce kendisini yazdırıveren bir şiir. Yıllar sonra okuduğunda, O’nunla geçmişe gidişimiz, dudağımızda buruk bir gülümseme... Ben başka bir yerdeyim, bir başka el elimde, o bir başka yerde bir başka el elinde...
Hâlâ görüşürüz, iki dost olarak. İlk gençlik yıllarımızın bu güzel yakınlaşmasını anarak...
Ankara, o iç burkulmasıyla andığımız şehir... Ne zaman gitsem yağmur yağacak sanırım... Hâlâ bu yüzden, gri bir kent olarak kalmıştır bende; sonbaharı süren, baharı hiç gelmeyen bir kent...