-hiçbir yağmurun hükmü yoktur
sözlerime ateş düştüğünde-
bildiğim bilmediğin değildi
reddettim incir ağacındaki
yüzlerce yaprağın gölgesini
çırılçıplaktım su gibi
şehrin sokaklarında bir siyah telaş
gökyüzü geniş ve gri
usulca üstünü örtüyor kuşların
yağmurun anne şefkati
sen
geç gelip
erkence kaybolan
değdi mi gözyaşımın tuzu dudaklarına
örttüğüm kapının ardından
kalabalığında susan şehir
mührünü vuruyor sırtıma
-tektir, görülmüştür-
ÖYKÜSÜ
Çok çok önceydi, sanırım İsa’dan önce…
O zamanda bir yudum sevda bir yudum nefese
denklik sağlarken,
bir anlık görüş bir müebbetin tahliye sevinci
kadar büyüktü…
Ve heybemizde çalıntı zamanlar…
Çaldıkça küçülen, çaldıkça küçülen…
Ve ateş…
Yaktıkça büyüyen, yandıkça büyüyen ateş…
Ve özlem...
Karadeniz’den,
Akdeniz’e doğru yuvarlandıkça büyüyen çığtopu…
Sonrası sadece küçük bir ağrı, bir oda, bir
kapı…
Açılan kapı…
Kapatılan kapı…
Ve deniz en tuzlusundan…
Hep acıttı vedalarımız, çok hem de…
-Geçti mi?
-Geçmedi...
-Geçmeli miydi?
-Yok kalmalıydı…
-Eksik olan neydi?
-Kırk tas su belki…